top of page

OPR. DR. MÜNİR DERMAN’IN SIRLI SÖZLERİ ve ÇÖZÜMLEMELER

“Bir şeyler istiyorsan, her şey teslim edilmez. Yanlışın var… Şahit isterler. Mihenk taşına vururlar, ayarını ölçerler. Bakırı altın diye satman, kabil olmaz. Her şeyi ehli bilir. Kış ve yaza inanmak, onları olduğu gibi kabul etmek, onların eziyetini hafifletir. İşte belalara da inanmak bunun gibi bir şeydir. Hak’tan geldiğine inanmak ve sabırlı olmaktır. Sabırlı insanlar, Allah’ın heybet nuru altındadırlar, ölüdürler.” (Opr. Dr. Hüseyin Münir Derman)


Tarikat konağında iki unsur ön plana çıkar: Hak bir tarikat mürşidi ve ona intisap eden… Bir tarikat silsilesine iki şekilde biat edilir: Ya doğrudan doğruya mürşidin eliyle veya söz konusu mürşidin görevlendirdiği bir yetkilinin vesilesiyle…


Tarikat mürşidine şeyh, evliya gibi adlar verilir. Tarikata intisap edenlere de sufi, derviş, ihvan gibi unvanlar verilir.


Tarikata intisap etmenin hakikati nedir? Neden tarikata intisap etmek gerek? gibi sorular hatıra gelebilir. Peygamber Efendimizin sav vefatı beşer sıfatıyla ilgilidir; ruhaniyeti, velayet tasarrufu devam etmektedir. Peygamber Efendimizin sav ruhaniyetine bağlı yüzlerce hak tarikat silsilesi var. Günümüzde de bu silsileler, dünyanın pek çok coğrafyasında yaygın olarak bulunmakta, kıyamete kadar da söz konusu silsileler Allah’ın izniyle devam edecektir. Tarikata intisap etmenin hakikati şudur: Hak bir mürşidin elinden silsile hattıyla Peygamber Efendimize sav; Peygamber Efendimizin tavassutu, vesilesiyle de Âlemlerin Rabbi olan Allah’a intisap…


Neden tarikata intisap gerekli? Nefsin ıslahı için hak bir silsile hattıyla Peygamber Efendimize sav; oradan da Allah’a intisap gerekmektedir. Bunun başka bir yolu ve yöntemi yoktur. Nurani bir silsile içinde yer alıp Âlemlerin Rabbi olan Allah’a bağlanarak önerilen zikirleri çalışmak gerekir. O nurani silsile içinde yüce Allah’a doğru kalben seyri sülük yapıp olanca gücüyle kötülüğü emreden nefsi emmarenin kötü sıfatlarından kurtulmak ve hakiki imanı elde etmek mümkün. Bu yolla da gerçek bir Mümin olarak o nurani kafileyle birlikte öteki âlemde ebedi birlikte olmak fırsatı elde edilir.


Burada şöylesi bir sual hatıra gelebilir: “Kendi kendimize Allah’ı zikretmek mümkünken, bir tarikata intisaba ne gerek var?” Bir tarikata intisapla zikir yapan birine, o esmanın nuru da verilir. Ledün sırları da… Aynı zamanda cin ve şeytan saldırısına karşı, manevi bir kalkan ve koruma elde edilir. Kendi başına zikredenlere ise Esmaların nuru verilmez, yalnızca sevap elde ederler. Yine kendi başına zikredenler, cin ve şeytan saldırılarından korunmadıkları için pek çok sorunlarla boğuşmak zorunda kalırlar, kendilerine nur verilmediği için de seyri sülük yapamazlar, nefislerinin kötü sıfatlarından arınamazlar, velayet ilmini de elde edemezler.


Hak tarikatlara intisap eden sufilerde, işin doğası gereği “kalp gözünün açılması, sorunlardan kurtulma, ledün ilmi elde etme, nurları görme, ilahi cezbeye ulaşma, ilahi sırlara açılma, gayp âlemiyle irtibat, nefis konaklarını geçip velayeti elde etme gibi beklentiler olur. Bunlar doğal… Ancak bu, o kadar da kolay değildir. Çünkü, çetin sınavlar başlayacaktır, kendisi test edilecektir. Velayet konağına yanaşan sufilere; şiddetli belalar sağanak yağmur gibi yağar. Hasta olur, eşiyle boşanır, çocukları kendine asi olur, işini kaybeder, hapse düşer, dost ve akrabaları kendine düşman olur, şiddetli iftiralara maruz kalır, sosyal hayat içinde izzet ve şerefiyle oynanır vb. Bunlar, velayet yolculuğunun doğasında olan şeyler. Velayet caddesinde; belalarla sınanan sufilerden %90’ı sonbahar yaprağı gibi sararıp dökülürler. Burada şaşılacak bir durum da yok. Yanlış olan bir şey varsa o da şudur: Söz konusu sufinin, belalarla sınanmadan velayeti ve velayetin manevi nimetlerini umması… Bu, o kadar da kolay değil… Bir şeyleri ummak başka bir şey; onu elde edecek koşulları yerine getirmek bambaşka bir şeydir.


Hak bir tarikata intisap eden kişi tabii ki derviş olur. Ancak, Yunus’un deyimiyle “Bu yol uzundur/ menzili çoktur/ geçidi yoktur/ derin sular var.” Âlemlerin Rabbi olan Allah’a ulaşmak pek de kolay değildir Bedel ödetilir, samimiyeti her koşulda test edilir. Bir tarikata intisap edip de o yolun yolcusu olarak ölen azlardan da azdır. Sınamalar kaçınılmaz sondur. Sufi yolculuğu, başlanıldığı gibi bitirilmiyor. Sufiler, sınanırlar; belalar, felaketler içindeki duruşuna, tutum ve davranışına bakarlar. Kendinin sufilik ayarını manevi mihenk taşına vururlar, onu test ederler. Değişik sınavlardan geçirip kaç ayar olduğunu kendisine de kavratırlar. Bir sufi yolculuğuna başlamak, herkesin yapabileceği bir şeydir; oldukça da kolaydır. Ancak belalara tahammül ederek, sınamaların üstesinden gelip yolculuğunu başarıyla tamamlayanlar azlardan da azdır. Yalnızca felaketler, belalar, çileler sağanağında yolculuğu sürdürmek de yeterli değildir. Yola rehberlik eden veli, kendi iradesinin dışında, el verdiği sufinin sadakatini, samimiyetini, bağlılığını, fedakârlığını da mutlaka sınayıp test eder. Bu, kaçınılmaz bir sondur. Söz konusu sufi, neyi yapamayacaksa o veli, sufiyi işte onunla sınar. Kendisinden yapamayacağı bir şeyi ister. Tasavvuf tarihi, böylesi sınama örnekleriyle doludur.


Bir sufinin ayarı; bakır mı, teneke mi, altın mı olduğu, sınamalara bağlı olarak açığa çıkar. Sınayan veli de böylece o sufinin kaç ayarda olduğunu bilir. Ancak bunu, o sufinin yüzüne söylemez.


Hayat yolculuğunda yalnızca sufiler değil; inanan inanmayan herkes sınanmaktadır. Yaz mevsimi, bereketli, güzel, sevinç ve mutluluk mevsimidir. Ancak kış gelince, tüm güzellikleri yok eder. Âlemlerin Rabbi olan Allah yarattığı bütün âlemlerde Celal (kahır) ve Cemal (güzellik) tecellisiyle tecelli eder. Kışları, bahar ve yaz takip eder; baharı ve yazı, kış takip eder… Hayatın doğal akışı içinde; kış hükmünde olan bela, çile, hastalık, fitne vb eksik olmaz. Yine hayatın akışı içinde, yaz hükmünde olan huzur, mutluluk, sevinç de eksik olmaz… Mevsimlerin ardı ardına gelmesi gibi kötülük ve iyilik de ardı ardına gelir.


Belaların sebebi ne olursa olsun; aslında o belayı açığa çıkaran da gönderen de Allah’tır. İyiliklerin sebebi kim ya da kimler olursa olsunlar; aslında o iyiliğin arkasında Allah vardır. Kötülükler ve iyilikler sebeplere göre verilecek olsaydı, sebepler kadar Allah olması gerekirdi… Hayır, ve şer Allah’tandır.


Burada şunu kastetmiyoruz: İçki içmek, zina etmek, faiz yemek, ibadet yapmamak vb şeyler şer işlerdendir, bunları Allah yaptırıyor. Bu, küfür bir söz olur. Allah’ın sınamak için gönderdiği şerler vardır; kulların kendi iradeleriyle yaptıkları kötü işler vardır. İkisi birbirinden çok farklı şeyler…


Belalarla sınanmak, kul olmanın bir gereğidir, şayet şu dünyada sınanmayan bir kul varsa bil ki o da sınanmamaktan sınanmaktadır…


Belalar karşısında bağırmadan çağırmadan, karamsarlığa düşmeden, sakin kalıp söz konusu beladan kurtulmak için elden geleni yaptıktan sonra güzelce sabretmek gerekir. Sabretmek, sabır ve namazla yardım istemek Allah’ın emridir. İbadet isteksizliğine karşı ibadet yapmaya sabır; hastalık ve musibetlere karşı sabır, kötülüğü emreden nefse uymayıp kötülük yapmamaya sabır, zulmedip düşmanlık edenlere karşı sabır, aile içi tartışmalara ve geçimsizliğe sabır vb…


“Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara Suresi, 153. Ayet)


Âlemlerin Rabbi olan Allah, sabredenlere heybet nurundan bir nur bahşeder. O nurla birlikte sabreden kulunun hep yanında olur… Burada şöylesi bir soru hatıra gelebilir: “Allah, sabredenlerle nasıl beraber oluyor? Sabır neden gereklidir?”


Nefsi emmare; doğası gereği, bir şeyin hemen olmasını ister. Âlemlerin Rabbi olan Allah ise nefsin isteklerini hemen vermez. Çünkü nefse düşmandır, nefis de Allah’a düşman… Zamana yayar, onu beklettikçe bekletir. Bu bekleyişin, çoğunlukla çıkışı olmaz. Yusuf’un bela kuyusunda bekletilmesi gibi bekler, Yusuf’un senelerce hapishanelerde yok yere yatması gibi bekler… Şayet, sabır sınavında başarılı olunursa elden çıkan şeyler ya yeniden gelir ya da daha hayırlısı verilir…


İyi şeylere sabır olmaz; sabır, yolunda gitmeyen berbat işler için gerekli… Yani, moral bozucu, hoşlanılmayan şeylere… Nefsi eritip öldüren şeylerin başında sabır gelir, nefis sabırdan tiksinip nefret eder. Ama onun şifası için istese de istemese de pek çok şeyle sınanıp o sınav içinde belki de on yıllarca bekletilmek kendinin bir alınyazısıdır.


“Allah’ın sabredenlerle beraber olması nasıl bir şeydir?” Allah, sabreden kuluna heybet nurunu giydirir. Sabır öldürücü bir zehirdir; ancak öldürmez ve şifasıysa yıllar sonra ortaya çıkar. Âlemlerin Rabbi olan “Allah’ın sabreden kullarıyla beraber olmasının hikmetleri nedir?” Binlerce sırrı var. Bunlardan birkaçı:


Nefsi emmarenin ıslah olması, heybet nurunun verilmesi, ölüm anında imansız gitmeme, dehşetli kabir sorgusunda yalnız bırakılmayıp yardım görme, mahşer gününün çıldırtan dehşetinde yalnız bırakılmama, kendine zulüm ve düşmanlık edenlerin Allah tarafından sille vurularak iki cihanda da zelil ve perişan edilmesi, en büyük mertebe olan rıza mertebesine alınmak, iki cihanda da Allah’ın koruması altında olmak ve yardım görmek, velayet mertebesi elde etmek; sabretmenin ilahi sırlarından bazıları…


Burada şöylesi bir sual hatıra gelebilir: “Allah’ın nuru altında olup sabredenler nasıl ölü gibi olabilirler?” Bu sözde, gerçek bir ölüm halinden söz edilmiyor. Bir ölüye sevgi sözleri de söyleseniz; hakaret de etseniz ondan bir tepki alamazsınız. Ölü, öylece durur. Hakkın velileri de böyledirler. Allah’ın kahredici Celal tecellileri karşısında tıpkı bir ölü gibi sessiz ve dingin kalırlar, yüzlerini ekşitip hoşnutsuzluk ifadesi olarak ön görülecek tepkiler vermezler. Başka bir söylemle; Allah’ın verdiği çile ve belalardan şikâyetçi olup bunları halka anlatmazlar. Yani, Allah’ı halka şikâyet etmezler. Çünkü sabır ehli veliler bilirler ki Celal ve Cemal tecellisi de Allah’tandır. Celal tecellileri karşında sabır gerekir. Hem rıza mertebesine mademki yalnızca sabırla varılır, bundan dolayı da Hakk’ın velileri belalar karşısında ölü gibi sessiz ve tepkisiz kalırlar.


Büyük evliya Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri gibi derler:


“Gelse Celâlinden cefa/ Yahut cemâlinden vefa /Her ikisi de cana sefa/Nârın da hoş, nurun da hoş/ Kahrın da hoş, lütfun da hoş”


Her türden nimeti, iyilikleri, güzellikleri, hazları, zevkleri gönderen Âlemlerin Rabbi olan Allah’tır; yine her türden kahrı, belayı, çileyi yollayan da Allah’tır. Mademki hayrı da şerri de yaratan O’dur; verdiği nimetleri beğenip gönderdiği çilelerden dert yanmak, onlardan hoşnut olmamak doğru değildir. Felaketler karşısında, sessiz kalıp sabra çekilmek gerek… Belalara sabredemeyenler; veli de olamıyorlar. Çok istenmekle de veli olunmuyor, sınamalardan, sabır cehenneminden yüzakıyla çıkmak gerekiyor…


Ferhat Saul Aaron

Hizirlayolculuk.com

bottom of page