top of page

Meczup evliya Süleyman dayının ardından…

“Haber verin insanlara

Bir Süleyman dayı geldi gitti

O bir meczuptu meczup değildi

Sizlerin ayrımında olmadığı bir rüyaydı belki…”


Bir sonbahar günüydü, gaybın manevi rüzgârları üfül üfül esiyordu, kalbimizde sonsuz aşkın tanımsız huzur hali. Bu, Allah’ın yüce evliyalarından birinin kalbinden açığa çıkan bir zuhur hali olmalı. Acaba bu evliya kimdi? Camii avlusuna dikkatlice baktım. Kestane ağacının altında, beton duvar kenarına oturmuş, keskin kartal bakışlı birine gözüm ilişti. Çevresinde hiç kimse yoktu… Kendisine dikkatlice odaklandım. Çatır çatır gaypla konuşuyordu… Selam verdim, yanına oturdum… Kendisiyle koyu bir sohbete daldık… Şehitlik diyarında oturuyordu…


Üç hal üzerinde açığa çıkıyordu. Sakin, aklı başında yüce bir evliya, celalli deli, korkunç bir meczup, sakin, kendi halinde biri… Deli ve meczup modunda olduğu zamanlarda dehşetli, korkunç bir celal hali üzerinde açığa çıkıyordu. Meydanlarda çok şiddedetli bir şekilde nutuk atıyordu. O esnada, üzerinde açığa çıkan celal halinden dolayı yanına yaklaşmaya hiç kimse cesaret edemiyordu... Böylesi durumlarda yanına kesinlikle gitmez, kenarda hayranlıkla, onurla kendisini izlerdim. Nutku, sövüp sayması bittikten sonra, sakinleşir bir kenara otururdu, kalabalıklar kendisi hakkında hemen dedikoduya başlarlardı…


“Kendisi Almanya’da çalışırken eşini dağa kaçırıp tecavüz etmişler, bu olaydan sonra kafayı sıyırmış.” Kendisine eşek beyni yedirmişler, bundan dolayı delirmiş.” Ve benzeri ve benzeri yüzlerce iftira…


Süleyman dayı, en az yüz evliyanın velayet gücünü üzerinde taşıyordu. Allah’ın tecellisi hemen yanı başında… Bunu hissediyorsun. Korkunç bir velayet gücü…


Sürekli ve kesintisiz olarak gayp âlemiyle irtibat halindeydi, gaypla konuşup onlara talimat verdiğine çok tanık olmuşuzdur…


Bir gün kendisiyle oturmuş çay içiyoruz. Bana içini döktü… Yaşam serüvenini bütün yalınlığıyla bize anlattı…


“Almanya’ya işçi olarak gittim. Bir otomobil fabrikasında çalıştım. Evliydim, iki erkek çocuğum vardı. Eşime ve çocuklarıma düzenli olarak geçimleri için para yolladım. Eşim annesinin emrindeydi, benim sözümü dinlemiyor, gönderdiğim parayı kendi ailesine harcıyordu. Türkiye’ye izine geldiğim günlerden birinde, bu konuyu kendisine açtım. Eşime: ‘Gönderdiğim parayı annene babana taşıyor, bizim aileyi ihmal ediyorsun. Sen benimle mi evlisin yoksa ailenle mi? Bu böyle olmaz. Artık bir seçim yap. Ya beni ya da aileni seç.’ Dedim. Eşim ‘Ailemi seçiyorum. Boşanalım.’ dedi. ‘Peki.’ dedim. Boşandık...


Bu ilçe halkı benim hakkımda gıybet edip duruyorlar: “Kendisi Almanya’da çalışırken eşini dağa kaçırıp tecavüz etmişler, bu olaydan sonra kafayı sıyırmış.” "Kendisine eşek beyni yedirmişler, bundan dolayı delirmiş.” Ben bu konuşmaların hepsini işitip görüyorum. (Gayp âleminden görüp işittiğini anlatıyor.) Ama bunu yüzlerine gelmiyorum. Yarın Allah mahşerde bunları huzuruna çağıracak ve kendilerine şöyle diyecek: “Süleyman kulum hakkında neden böyle böyle deyip gıybetini ediyordunuz. Sürün bunları cehenneme...” diyecek. O gün gerçekleri görecekler. Bana deli, kafayı yemiş diyorlar. Sorarım size ben deli olsam şu bankamatikle bankadan para çekip harcayabilir miyim?”


Almanya’dan emekli olup Türkiye’ye geldim. Buraya yerleştim. Eski eşim hastaydı ve beni çok özlemişti, son nefesinde beni görmek istedi… Gitmedim. Süleyman, Süleyman diye hasretimle can verdi… ”


Bir gün bana evlilikle ilgili meczup modunda şöyle bir sohbet etmişti: “Türkiye’de evlenince yalnızca evlendiğin kızla evlenmiş olmuyorsun. Anasıyla, babasıyla, kardeşleriyle, dayılarıyla, halalarıyla, yeğenleriyle, sülalesiyle de evleniyorsun. Seni asla rahat bırakmıyorlar. Ne gerek var bunlarla evlenmeye? Onların şeyi (…) altundan mı? Canın istedi mi, git güzel bir kız bul, gönül rızasıyla işini gör, parasını ver. Ne gerek var evlenmeye?


Bir gün birkaç fakir dostla birlikte çay ocağında oturmuştuk. Yanımda Süleyman dayı da vardı. Gayet sakin bir haldeydi. Bir ara çayını yudumlarken, çay boğazında kaldı… Kesik kesik öksürdü. Sonra şiddetli bir celal haliyle ayağa fırlayıp avaz avaz bağırarak sövmeye başladı.


“Ben bu Rizelilerin kızlarının, gelinlerinin (...)?! Geri zekâlılar! Çayın en kalitesizini süslü ambalajlar yapıp size içiriyorlar! O parayla da apartman dikiyorlar! İçmeyin ulan (...) çayını! Ölür müsünüz?! Onun yerine kaysı yaprağını kaynatıp için bundan iyi!..”On beş dakika sonra sakinleşiyor… Hiçbir şey yokmuş gibi sohbete devam ediyoruz…


Bir gün çay ocağında çay içiyorum… Süleyman dayı başında kumaştan yapılmış genişçe bir fötr şapka… Çevresi yer gök ruhani dünya… Meydana geldi… Bir asil şövalye gibi şapkasını çıkarıp gaybı selamladı… Başını kaldırıp gökyüzüne baktı… Öylesine korkunç, celalli bir heybet hali vardı ki üzerinde yanına yanaşmak kesinlikle mümkün değil…


“Sizler, alayınız geri zekâlısınız! Hayvan oğlu hayvanlar! Sizin övünüp durduğunuz taksilerinizin motoru kaç beygir?!” Öfkeli bir şekilde, koşarak çay ocağının önüne park etmiş bir taksiyi işaret ediyor. Şu kadar beygir gücünde değil mi bunun motoru? Geri zekalılar! Bir de benin şu uçaklarımın motoruna bir bakın! İşaret ettiği yere doğru odaklanıyorum. Tam Süleyman dayının üzerinde, yediye yakın gaybın uçaklarını hissediyorum, bu kudret karşısında gözümden halbur gibi yaşlar dökülmeye başlıyor. Uçaklar, Süleyman dayının üzerindeler… Anlattıkları da tümüyle gerçek… Süleyman dayı nutkuna devam ediyor:


Geri zekâlılar! Siz Süleyman’ı tanımadınız! Hiçbir zaman da tanımayacaksınız! Bir sizin şu övündüğünüz arabanızın motruna bakın bir de benim şu uçakların motoruna! Geri zekalılar hangisi daha üstün!!!”


Bir müddet sonra sakinleşiyor… Yanıma gelip oturuyor… Hiçbir şey yaşanmamış gibi birlikte çay içiyoruz…


Bir başka gün başında fötr şapkayla meydana geliyor. İki eliyle gayp âleminde bir şeyler yapıyor. Ne yapıyor bilemedik… Bir müddet sonra meydana dönüp haykırmaya başlıyor:


“Ger zekâlılar Michael Jackson Türkiye’ye niçin geldi?!” Etrafına bakınıyor. Kimseden ses çıkmıyor. Bağırmaya devam ediyor. “Tabii ki beni görmeye geldi?!“ Beni gördü mü?! Hayır! Sonra dedi ki “ Ben Süleyman’ı görmeye geldim. Ama göremedim. Konsere gelenlerden çoğu fakir fukara insanlar. Onların bilet parasını geri verin.” dedi. Ülkesine geri döndü…


Bir gün ayakkabıcı fakir bir amca ve Süleyman dayı birlikte oturmuş çay içiyoruz. O fakir ayakkabıcı amca, Süleyman dayıya şöyle bir şey söyledi. “Süleyman, iyisin hassın da şu üstün başın kir pas içinde. Ortak onları yıkasan iyi olmaz mı?”


Süleyman dayı, sinirli bir şekilde ona bakıp şöyle dedi: “Sen deli misin? Ben yıkayıp giyeyim sen yıka giy… O tekstil fabrikasında çalışanlar; elbiseleri satan mağaza çalışanları nasıl para kazanıp geçimlerini sağlayacaklar? Herkes yıkayıp yıkayıp giyse ekonomi durur. Ben elbiselerim kirlenince onları ateşe atıp yakıyorum. Yenisini alıp giyiyorum. Böylece ekonomi canlanıyor…”


Bir başka görüşmemizde çay içerken: “Yemek sofranıza bakın, ekmek var, tuz var, biber var, o var, bu var… Tuz Asya’dan gelmiş, biber Latin Amerika’dan, ekmeğin unu Kanada’dan, yemeğin yağı Tayland’dan… Allah heryerden toplamış senin sofrana göndermiş.”


Süleyman dayı oldukça dinç ve sağlıklı bir fiziksel bedene sahipti. Çok zeki bir insandı. Kesinlikle gıybet etmez, hiç kimse hakkında kesinlikle dedikodu yapmazdı. Yalnız yaşıyordu. Birkaç kişi hariç hiç kimseyle oturup kalkmıyordu. Biz hariç, kesinlikle hiç kimsenin bir şeylerini yiyip içmezdi. Kadınların kızların kesinlikle yüzlerine bakmazdı, onlardan hep uzak dururdu. Şeriatla mesul değildi o bir meczuptu. Namaz kılmaz, oruç tutmazdı. Allah’ı korkunç derecede sever, Allah’a dayanır, Ona güvenir, Ahiret gününe inanırdı… Fiziksel görseli, kaşı, gözü, şahin ve keskin bakışları resmen Bedüzzaman Said Nursi Hazretlerine benziyordu… Sanki Bedüzzamanın ikizi gibi… Sürekli olarak gayp âlemiyle irtibat halindeydi ve gayp âlemiyle konuşurdu… Gayp âlemine emir ve talimatlar veriyordu. Buna defaten tanık oldum…


Bir gün oturmuş çay içiyoruz birlikte… Gayp âlemiyle konuşmaya başladı yine.


“Beni o işe karıştırmayın. Ben o işte yokum. Ben Türkiye’deki bankalardan sorumluyum. Arap bankalarıyla benim işim yoktur. Ben Arapların bankasına karışmam…” Gaypla konuşması bitti, sohbete devam ettik…


Meczup Süleyman dayı bizleri ziyadesiyle severdi. Beş yılı aşkın Süleyman dayı ile dostluğumuz oldu. Bizim yanımızda kendini huzurlu hissederdi, çok mutlu olurdu. Biz de Süleyman dayıyı çok sever onunla huzur bulur, Allah’ın tanımsız yakınlığını hissederdik. Yıllar sonra yaşadığı şehitler beldesine gittim bir gece vakti… O ilçeyi maneviyattan yana kupkuru hissettim. Arkadaşa “Süleyman dayı hayatta değil sanırım. Hayatta mı değil mi bir sorayım çay ocağından.” dedim. Arabadan inip çay ocağında çalışan delikanlıya “Süleyman dayı buralara uğruyor mu?” dedim.


“Abi Süleyman dayı üç ay kadar önce rahmetli oldu” dedi. İçim hüzünle doldu… O ilçe hatta o il Süleyman dayının yokluğunu çok fazlasıyla arayacak. Süleyman dayı o ilçenin ve o ilin manevi valisi hükmündeydi. Belaların, felaketlerin, huzurun, mutluluğun, paratoneriydi… Onu hep özleyeceğiz… Birkaç gizli çekim videosu vardı İstanbul’daki arkadaşımda. Şayet video duruyorsa siteden yayımlamayı umuyoruz. Süleyman dayıya rahmet diliyorum, manevi hatırası önünde saygıyla eğiliyorum. Bütün meczup evliyalara selam olsun… Süleyman dayının ruhu için el Fatiha…


Ferhat Saul Aaron

Hizirlayolculuk.com

bottom of page