ISSIZ BİR MEKÂNDA KARŞILAŞTIĞIM MANEVİ TUHAF ADAM…
“Altın kalem ile yazsın bunu yazan
Kendi düşer, eller için kuyu kazan…”
Şehirden çok uzaklarda, ıssız bahçe aralarında dolanıyorum… Ağaçlar, bitkiler, kuşlar, börtü böcekler… Doğanın her tarafında sonsuz bir ilahi huzur… Başında sarı spor şapka, omuzunda kolları giyinik olmayan sarı pardösü, hafif kirli sakallı, orta yaşlı bir adam, tıpkı benim gibi yalnız başına o ıssız yerlerde dolanıyor… O ıssız mekânlarda defaten kendisiyle karşılaştığım olmuştur. Maneviyatı olan, gizemli ve ruhani biri… Üzerinde, Hızır’dan eser kalan ruhani bir hava var; ancak bu tuhaf adam, Hızır Aleyhi selam değil… O da belli ki insanlardan uzaklaşıp ıssız yerlerde soluklanıp huzuru arayanlardan… Tıpkı bizim gibi…
Kendisiyle her karşılaşmamda, adeta bizden kaçar gibi bir başka yöne çekip gitmişti. Etrafı ağaçlarla çevrili, dar patika bir yolda, bir gün kendisiyle rastlantısal olarak karşılaştık. Dönüp gideceği başka bir yer de yoktu… Zorunlu olarak karşı karşıya gelmiştik. Kendisini selamladım, selamıma karşılık verdi. “Bu ıssız yerlerde, insanlardan uzakta, kalp gözüyle görülen ruhani evrenlerin tadını çıkararak dolaşmanın keyfi bir başka oluyor öyle değil mi?” diye bir sual sordum kendisine. Adam, ansızın duraksadı ve şaşkın bir halde gözlerime baktı. Hayret ifadesiyle dolu bir sesle “Bu sırrı, sen nereden biliyorsun?” diye bir sual sordu. Kendisine sadece gülümsedim, bir yanıt vermedim… Çok sempatik ve gizemli bir adamdı… Kalbim, belki de bu adamın ıssız yerlerde, yalnız başına dolaşıp ilahi huzuru aramasını sevmiştir, belki de masumluğunu, belki de toplum tarafından anlaşılamayıp dışlanmışlığını sevmiştir. Kim bilir?..
Ayaküstü kendisiyle sohbete koyulduk… Bize manevi öyküsünü anlatmaya başladı. Oldukça dertli görünüyordu. Bir ara “Bu gezindiğim yerlerin, bu haliyle kalmasını istedim. Ancak maneviyatı çok güçlü olan evliyalardan biri (ismi mahfuz) buraların yıkılmasını, yeni binaların yapılmasını istiyordu. Ben, buna karşı çıktım. Kültürel mirasın yok olmasını istemedim. O evliyanın kararına imza atmadım. Aramızda bu yüzden tartışma çıktı. Benim kendisinin emrine girmemi, kendisiyle çalışmamı istiyordu; ama ben, ona boyun eğmedim, bu isteğini reddettim. Bunun üzerine beni manevi olarak vurdu. Çok güçlü bir maneviyatı var. Bu vurulmaya bağlı olarak; manevi ilimlerden yana pek çok şey elimden uçup gitti, yuvam dağıldı, perişan oldum.” dedi. Bir ara dikkatlice yüzüme bakıp “O evliya nasıl oldu da seni manevi olarak vurmadı?” diye bir sual sordu. Gülümsedim… “Allah’ın izniyle, bahsettiğiniz o evliya, bize hiçbir şey yapamaz!” diye kendisine karşılık verdim…
O adamla, koyu bir sohbete koyulduk. Bize, manevi öyküsünü tüm içtenliğiyle anlattı. Kendisini saygıyla dinledim. Mutlu, huzurlu bir yuvasının olduğunu, söz konusu evliyanın kendisini manen vurup yuvasını dağıttığını, yalnız başına bir hayat yaşamak zorunda bıraktığını söyledi… Yıllar sonra kapısının çalındığını, kapıda bir gencin olduğunu, kendisine “Baba!” diyerek sarıldığını anlattı. O çocuğa, “Ben seni hiç görmedim ve tanımıyorum!” diye karşılık verdiğini nakletti… Yalnız yaşıyormuş, maddi olarak oldukça hali vakti yerindeymiş. Yürek burkan, dramatik ve çok uzun bir öyküsü var... Kendisini dikkatlice dinledim. Birlikte sohbet ederek yürüyüp bir parka geldik ve bir banka oturduk… Park oldukça kalabalıktı. Sohbete devam ediyorduk. Bir ara yetmiş yaşını aşkın, başında kasket şapka olan bir adam gelip az ötemize sessizce oturdu. O adama dikkatlice baktım. Kendisini vuran evliyanın adamlarından biriydi. “Şurada oturan kasket şapkalı adam, seni vuran evliyanın adamı, bizi manen dinlemeye çalışıyor, sohbeti keselim ”dedim. Öyle de yaptık… Kasket şapkalı adam bir müddet sonra defolup gitti. Tuhaf adam bana hayretle bakıp “Sen bunları nasıl tanıyabiliyorsun?” diye bir sual sordu… Gülümsedim, bir yanıt vermedim… Bir müddet sonra da kendisiyle vedalaşıp evin yolunu tuttum…
Birkaç hafta sonra, ıssız mekânlarda kendisine rastladığım tuhaf adamla yeniden karşılaştım. Üzerinde şık bir elbise vardı. Çok şık tıraş olmuştu… Lüks bir arabası vardı… Eski manevi gizemi kaybolmuştu. “Bu halin nedir böyle?” diye sordum. Daha önce bahsettiği evliyanın kendisini manen vurduğunu, bütün maneviyatının yok olduğunu, ona karşı koymaya gücünün yetmediğini, bundan dolayı bu hallere düştüğünü söyledi… Yorumsuz kaldım, kendisiyle bir müddet sohbet ettikten sonra vedalaştık…
Aradan birkaç ay geçti geçmedi, kırlarda karşılaştığım o tuhaf adamı vuran evliya, gece yarısı bize manevi olarak saldırmaya başladı. Bu saldırı, masum ve anlaşılabilir değildi; çünkü varlığımızı ortadan kaldırmaya yönelikti… O evliyaya, Hazreti Fatma nesline yakışır bir şekilde karşılık verdim… Sonra da olanlar oldu… Âlemlerin Rabbi olan Allah, onu darmadağın etti… Emrinde binlerce ruhani olan, heybetli o korkunç evliya, tüyleri yolunmuş bir tavuğa döndü… Dehşetli heybeti yok oldu, maneviyatı yerle bir oldu… Şimdilerde, o eski halinden; “Ben, manevi âlemin generaliyim!” kibrinden eser yok! Sararıp solmuş bir sonbahar yaprağı gibi dalından ha düştü ha düşecek bir halde geziniyor ve hayata tutunmaya çalışıyor.
Aslanlar; ceylanları görünce onlara saldırırlar, onları insafsızca parçalayıp yerler. Bu anlaşılabilir; çünkü aslanların doğasında bu vardır; ancak sorun şu ki biz, güzel gözlü bir ceylan değiliz! Çok tuhaf sözler ediyoruz değil mi? Cidden çok tuhaf! Tuhaf olanla tuhaf olmayanın iç içe geçtiği şu dünyada; neyin tuhaf olduğunu, neyin tuhaf olmadığını kim bilebilir ki?..
Ferhat Saul Aaron
Hizirlayolculuk.com