top of page

Bir nur ki can verir gülümsemene

Bir gün gelir anılarda kalır her yaşanan gün... Baharlar yazlara koşar, yazlar sonbahara, kara kışa... Yeşermez yaprakların, açmaz çiçekler... Dallarına konan kelebekler pırpırsızdır, şarkı söyleyen içli bülbül suskun ve anlamsız... Hayatın baharında tomurcuk gibi olanları, gül goncalarını görür de imrenirsin yaşlanınca... Bakışlarındaki tazeliğe, sevgilerine, çılgınlıklarına, güzelliklerine, her ama her şeylerine özenmeye başlarsın... Günler müjdeli haberler iletmek için kapını çalmaz artık... Yaşamak denen oyunun son perdesi de kapanmak üzeredir... Onlara özenmek boşunadır artık... İstesen de onlar gibi olamazsın...


Ruhunu dinlersin çaresiz... O sana hep “Sonsuza kadar varım, bana yokluk yok, bana ölüm yok, ben her zaman baharım, gül goncasıyım solmayan, buram buram kokan,” der... O ses seni umutlandırır yeniden yaşama bağlamaktan yana... Yeni yeni tatlar devşirmek için yollara koyulursun çaresiz; ama nafile... Vücut kendi haliyle sana seslenir: “Ben sonsuz değilim, yokluğa, çürümeye, eskimeye, yıkılmaya, çirkinleşmeye, değersizliğe tutsağım…” Bir yandan ruhun sonsuzluk şarkısı; beri yandan vücudun fanilik türküsü ve iki arada bir derede bocalayan sen...


Derken aklına bir fikir gelir ansızın... Saçlarını boyatmak, yüzüne bakım yapmak, beslenmene özen göstermek... Çare olsa da geçici olarak ruh bunu da reddeder... Ellerin düşer yanına her önceki günü, bir sonraki günden daha güzel bularak yürür gidersin yaşamın yollarında...


Aile içindeki sıcak günlerini, sevilmeni, sevmeni anımsarsın ve zaman ötesine yolculuk yaparak açılır gidersin düşselliğin yolunda dünlü günlerindeki anılarına... Anılar tozlanmıştır, aynı ışıltıyı, sıcaklığı vermezler... Kardeşlerinle, yaşamdaki dostlarınla bir olmaya, onlarla dayanışma içinde kalmaya koşarsın... Nafile... O anlam kalmamıştır artık... Herkes anlamını yitirivermiştir, herkes tükenmiştir... Kuşatma altında kalan çaresiz bir savaşçının ruh haliyle resimlerdeki dünkü seni ararsın... Her şey ne de çok değişmiş... Aynalar şimdi ne anlamsız?


Çevrene insanlar toplanırlar her birinin değişik sorunları, kederleri vardır... Sana Allah’ı şikâyet eder gibi, başlarına gelen yazgının acılarından dem vurup “dua et, dua et,” derler. Oysa Allah kullarına zulmetmemiştir, bunu kendileri istemişlerdir... Onu anlamamışlar, unutmuşlar, Ona ibadette kusur etmişlerdir. Bu, dünyayı amaç edinenlerin acı sonları... Kâh ibadetini yapıp, kâh tökezleyenlerin, salt yiyip, içip boşaltanların hazin öyküleri... Yaşam ne de çekilmez böyleleri için... Böylelerine, her yeni gün, yeni yeni uğursuzluklar getirir. Ha geldi ha gelecek denen ölüm korkusu, her yandan sarar tüm benliklerini... Yüzleri onursuzluktan kapkara oluvermiştir, sevimsizleşmişlerdir iyice... An gelir, ölüp giderler kara toprağın altına... Acı bir gidişle, sonsuz bir kaybedişle…


Bir de nur yolu vardır şirin mi şirin, güzel mi güzel... Burada geçici yasaklar vardır, ibadetler vardır, Allah’ı anımsayıp ona kul olmak vardır ve bunlar oldukça zordur... Bu zorluklara göğüs gerdikçe bir nur gelir ötelerden insanı sevimli kılan, sonsuz bahara hazırlayan... Bir yol ki hayat verir gülümsemelere, bir yol ki acılara sevinçlere...


Belki sen de bir gün sonsuz aşk yoluna girersin bir kılavuzun rehberliğinde… El alır da anarsın seherlerde, akşamlarda Allah’ı... İçte yolculuk yaparsın nurani ve zulmani yetmiş bin perde arkasında duran sendeki Allah’a kavuşmak, Onunla bütünleşmek için didinir durursun... Sana verilen esmalar dolanır diline, her yerde onu anarsın…


Aşk yollarında dünyayı kalben terk etmeyi öğretirler sana ... Dünya içinde, dünyayla beraber; ama dünya sevgisinden oldukça uzak olan bir derstir bu... Yaşam sınavının zor bir sorusudur ve bocalar kalırsın burada... Eşimi, çocuklarımı, evimi, işimi, dostlarımı, insanları, güzelim baharı, meyveleri yiyecekleri nasıl sevmeyeyim? Onlardan nefret ederek yaşamda nasıl mutlu olabilirim? Ruhtur bu isyanları dillendiren... Ve yine ruha, ötelerden gelen bir yanıt sevinç verir adeta: “Sevdiğin her şeyde Allah’ı gör... Allah’ı görerek, düşünerek sev her şeyi…” İçin sevinçle dolmuştur, ruhun tatmin olmuştur ve artık bu şekilde sevmeye başlarsın dünyadakileri. Böylece kalben, dünyayı amaç etmeden sevmeye yönelirsin; bu da dünya sevgisini kalben terk etmek olur...


İbadetlerinde yoğunlaşırsın Allah’ın esmalarını çalışırsın yıllar yılı... Derken nefis askerleri sokulurlar yanına: “Hani hiçbir şeyin yok, rüya, yakaza, keşif, keramet, hal, tatlar, nur tecellileri... Oysa ötelerde ne güzellikler var... Biraz daha çalış ki bunları elde edesin.” Bu ses düşman olan nefisten, sözde dost yaklaşımlarıdır... Bunlara kanarsan yollarda kalacağını öğretirler ruhuna ... O, görünmeyen bilge kılavuz, ruhunu bu oyunlardan kurtarıverir... Derken nefis askerleri tekrar yanına sokuluverirler usulca: “ Ötelerde dehşet tatlar var, sonsuz nimetler, çıldırtan aşklar, bolca sevgililerin var... Dişini sık... İbadetine sarıl... Allah’ı çokça an... Yaptığın ibadetin kadar cennette sevgililerin olur... O, cennet hurilerinin saçlarından bir tel dünyaya düşse karanlık dünyayı ışığa boğar... Hadi, durma biraz daha fazla ibadet et.” Bilge kılavuzdan bir yanıt gelir hemen: “O sözlere inanma... Cennet için ibadetlerini yapma... Böyle yaparsan sonsuz aşkın sahibi, her şeyin yaratıcısı olan Allah’ı darıltırsın ve amaçlarının aksiyle tokat yersin... Cennet nimetlerini de Allah’ı düşünerek sev... Allah’ı sev, Ona yönel, O’nu amaç edin... Böyle yaparsan O cennet nimetleriyle kuşatır seni.” Bu sese kulak vererek her şeyi Allah’a döndürmeye, O’na vermeye başlarsın yavaş yavaş...


Sonra arzuların, heveslerin düşmanların, dostların gelir hayal kapısından gönül evine... Her biri bir yere oturarak ruhunu çıktığı yoldan engellemeye çalışırlar... Bunların her biri, seni öfkelendirecek ya da sevince boğacak şeyler konuşurlar... Yüreğin burkulur, yumruğunu sıkarak vah vah demeye ya da kahkaha atarak sevinmeye başlarsın... Onlarla koyulaşan sohbetlere dalarsın... Bu da nefis askerlerinin bir çıkarmasıdır... Birden yolcu olduğunu anlarsın, hayallerle, hatıralarla, konuşmanın tadı damağında kalmışken ruhuna, bilge kılavuz bir haber salar, bir sır söyler... “Hayalleri terk et... Onlar faydası, zararı olmayan boş şeylerdir... Çölde susuzluktan ölecek insanın serap görmesidir... Kanma, kalk ayağa... Yolculuğa devam et... Bunları unut... Dün, yarın olmasın gönlünde... Anı yaşa... Ana şükret... O yükleri omzundan at... O ağırlıklarla Allah’a yürüyemezsin...” Öyle de yaparsın... Her şeyi unutur, salt O’na yönelirsin... Sevgilerin, öfkelerin her şeyin onun hesabına olmaya başlar artık... İbadetlerini yaparsın, esmalarını çekersin... Derken nurlar, aşklar, sevgiler her yandan kuşatıverir seni... Sonsuz aşkın sahibi kendine doğru ruhunu çekmeye başlar... Sevinçler doldurur yüreğini... Ölüm bile anlamını yitirir... Ölmek istersin çılgınca... Bir an önce Allah’a kavuşmak için... Etrafına bölük bölük insanlar toplanırlar... Yüzünde sonsuz nurun, aşkın tecellisi... Bir nur ki hayat verir gülümsemelere, bir yol ki aşka, güzelliğe kapı aralanmıştır orada... Velayetin aşk caddesi derler adına... O yolun rehberleri vardır…


Yaşlılık, sonsuz gençliğe doğum anı olur... Aynalar, çocukluk, gençlik ve aşkların yakıcı sevinçleri ruhani dünyanın güzelliği karşında anlamını yitirir... İnsanlar gözlerindeki o ışığı görebilmek için yollara düşerler. Nefis askerleri son kez hamle yaparlar: “Ne iyi bir kulsun... Nasıl da terk ettin her şeyi...” Bu söze inandığın an Yusuf kuyusunu boylarsın... Ruh okulunun bilge kılavuzu hemen seslenir sana: “Ona inanma terk ettiğini düşünmeyi de terk et...” Öyle de yapmaya çalışırsın... Derken sen her şeyi Allah’tan bilen ve buna razı olan veliler, evliyalar divanına kaydolursun... Toprak altındaki bedenin dahi dertli gönüllere teselli olur... Sonsuz aşka doğru tecelliden tecelliye dalarak Allah’ın aşkına yanarsın. Velayetin aşk yolları, değerbilenler için öyle bir nurdur ki can verir gülümsemelerine…


Ferhat Saul Aaron

Hizirlayolculuk.com

bottom of page