top of page

Öteki Ben’in Dünyası…

Sahilleri görkemli denizlerin diline düştü martılar… Düşen takvim yapraklarının hüznünde benim dünyam… İkinci bir ben, sen say ki yediveren gül mevsimlerinde hiç solmayan yağmur çitlembiği… Gökyüzünde eleğimsağmaların parıltısı… Yaşam döngüsünde sevinç ve tasa; yeni bir gün, dün olmak için gelir sıra sıra…


Büyük bir heyecanla tül perdeyi açtım. Neden mi? Neyi görmek istediğimin ayrımında olmadan istem dışı bunu yaptığımı söylesem inanır mısınız? Belki hayat tekdüze akıyordu, belki de eşref saatimde değildim. Bütün bunlardan olabilir, bilemiyorum. Bildiğim bir şey var, o da şu: Buzdolabının kapağını açıp ne yiyeceğine karar vermeden öylece durmaktansa, bir şeyler alıp atıştırmak daha iyidir. Sizce de öyle değil mi? Pardösümü giyip dışarı çıktım. Gün doğmak üzereydi. Biraz dokunaklıca, sert bir rüzgâr esiyordu. Beremi gözümün önüne kadar indirdim. Kaldırım taşlarını saya saya yürümeye başladım. Bir ses işitir gibi oldum.


-Hayatın rengi ne?


Sağıma baktım. Soluma baktım. Kimseyi göremedim. Kendi kendime “Bilinçaltı dünyasının bir oyunu bu.” diyerek yürümeye devam ettim. Dağın eteklerinden kente doğru tan yelleri esiyordu. Derin bir nefes aldım. Bu esnada kaldırım kenarında duran simitçiye gözüm ilişti. Simitçi yirmi seneden beri bu kaldırımda… Adam, adeta kaldırıma ait bir demirbaş. Her zamanki gibi yine sinekkaydı traşlı. Bir gün olsun tıraş olmadığına hiç tanık olmadım. Altmış beşini aşkın olmasına karşın otuz beşlik bir delikanlı gibi gösteriyor. Ya o gülümseyen yüzüne ne demeli? Bir insan sürekli gülümser mi? Gülümsüyor. Neye gülümsüyor, bilmiyorum. Üzerinde bir firmanın elemanı olduğunu anımsatan mavi ütülü bir gömlek. Gözünde camı kalın bir gözlük. Elli kilo civarında zayıf bir beden. Elinde anteni uzatılmış küçük bir cep radyosu. Gülümsüyor. Ha bre gülümsüyor. Neye gülüyor? Bu bir sorun değil mi? Bal gibi de sorun. Peki ya adam ağlasa daha mı iyi olurdu? Bilmiyorum…


Simit alanların uzattığı parayı büyük bir saygıyla alır. Parayı iyice gözlerine yaklaştırır, sağından solundan evirip çevirerek kontrol eder. Para üzerini verirken de aynı şeyleri yapar. Kese kâğıdına gevrek, taze simitleri özenle yerleştirir. Tebessüm ederek müşteriye uzatırdı. Karşı konulamaz bir merak sardı beni. Bu simitçi neden gülüyordu? Daha fazla dayanamazdım. Yanına yaklaştım. Selam verdim. Hoş beşten sonra:


-Seni her zaman tebessüm ederken görüyorum. Senin hiç derdin yok mu? Nasıl oluyor da sürekli tebessüm edebiliyorsun?


-Gördüğün gerçeği yansıtmıyor ağabey. Ben feleğin çemberinden geçmiş biriyim. Bu tebessüm mutluluktan değil, bir hastalıktan dolayıdır. Senin anlayacağın nörolojik bir durum…


Bir ara durdum. Ellerimi çeneme götürdüm. Bir bilge gibi derin derin düşünmeye başladım. Kendi kendime “Yazık. Kim bilir ne derdi var?” diyerek simitçinin yanından uzaklaştım. Belki sevdiği kıza kavuşamamıştır, belki ailesini kaybetmiş ve erken yaşta kimsesiz kalmıştır… Olamaz mı?..


Bana mı düştü el âlemin niçin sürekli tebessüm ettiğini araştırmak! Bir daha bunu dert edinmeyeceğim. Neden gülüyorsa gülsün. İster mutluluktan, ister hastalıktan, ister başka bir şeyden… Dert etmeyeceğim…


Belki kendisini güldüren unutulmaz bir hatırası vardır. Belki hayat kendisine komik gelen bir filozoftur. Belki de dünya hayatını gelip geçici bir misafirhane gibi gören ermiş biridir. Belki de… Belki de ne?


Simitçiden ayrıldım. Kaldırımlarda yürümeye devam ettim. Tam önümden hızlı bir şekilde iki taksi geçti. Otogara gidiyor olmalıydılar. Taksilerin birinin içinde afacan bir çocuk bana el salladı. Gülümseyerek el sallıyordu. Neden gülümsüyordu?.. Olur böyle şeyler değil mi?.. Çocuklar bazen arabada tanımadıkları insanlara gülümser ve el sallarlar. Pek ender…


-Hayatın rengi ne?..


Sağıma baktım. Soluma baktım. Önüme baktım. Arkama baktım. Yere baktım. Gökyüzüne baktım. Kimse yoktu. Bu ses nereden geliyordu? Birdenbire omzuma bir el dokundu. Hızla dönüp baktım. Aman Allah’ım! Ne olur biri bu gördüklerimin rüya olduğunu bana söylesin. Karşımda kendimi görüyorum!


-Yarın ikindiye doğru burada beni görebilirsin, diyerek gözden kayboldu. Kendi kendimi çimdikledim. Bu bendim. Ben bensem o kimdi? Kan ter içinde kalmıştım.


Bir banka oturdum. Yoldan gelen geçen arabaların plakalarını okumaya başladım. Plaka okumaktan bitkin düştüm. Kimi arabalar çok hızlı geçtikleri için plakalarını tam olarak okuyamadım. Acaba araba plakalarındaki sayıların tek ya da çift sayı olması uğur getirir mi? Araba plakalarında yer alan sayılar toplandığında bu sayı, bilim değeri olarak kutsal bir isme karşılık gelir mi?.. Acaba kaza yapan arabaların plaka rakamlarının toplamı nedir? Kaza yapmayan arabaların plakalarında hangi sayılar var? Bir istatistik yapılabilir mi acaba? İstatistik sonucuna göre araba plakalarına uğurlu sayılar verilse kazalar önlenebilir mi? Amaan, boş ver. İşi gücü bırakıp bunlarla mı uğraşacağım. Kimin ne hali varsa görsün.


Banktan kalktım. Hızlı bir tempoyla yürümeye başladım. Yol boyunca sağlı sollu gökyüzüne uzanan apartmanların katlarını saymaya başladım. Bir, iki, üç, dört… Olmadı, olmadı. Sayarken bir daireyi atlamış olabilirim. Öyle olmasaydı biri yirmi beş, diğeri yirmi üç kat olur muydu? Dur bakalım… Aşağı yukarı ikisi de aynı boydalar. Öyleyse ikisinden birini yanlış saydım. Evet evet, mutlaka yanlış saymış olmalıyım. Acaba az saydığımı mı yanlış saydım, çok saydığımı mı? En doğrusu her ikisini de yeniden saymak… Bir, iki, üç, dört, beş…


Tam bu sırada arkadan bir el omzuma dokunuyor. Bu, o olmalı diyorum. Hızla dönüp arkama bakıyorum. Bir aile…


-Affedersiniz evladım. Sancaktepe’ye nasıl gidebiliriz?..


Yolu tarif ediyorum. Arkalarından atlı geliyor gibi yıldırım hızıyla benden uzaklaşıyorlar. Sanki yer yarılıp da içine girmiş gibi bir anda gözden kayboluyorlar. Az ötemde fakire benzeyen bir adam duruyor. Biliyorum. Biraz sonra gelenden geçenden para istemeye başlayacak. Ben tam yanına yaklaştığımda kendini acındıran bir ses tonuyla:


-Allah rızası için bir sadaka beyim, diyecek.


Ben sadaka vermeyince ardım sıra hoş olmayan sözler sarf edecek. Ben de dayanamayıp bu sözlere karşılık vereceğim. Adam benim üzerime yürüyecek. Birbirimizle kavgaya tutuşacağız. Biliyorum, adam elini yalandan çolak gibi yapıyor! Ayağı da bence sakat değil. Sağ eliyle bana yumruk atmaya çalışacak. Elini tutacağım. Bu sırada çevremize insanlar toplanacaklar. İçlerinden biri “Sakat bir insanla kavga etmeye utanmıyor musun?” diyecek. Ben de ona karşılık vereceğim. Sonra gözümüzü karakolda açacağız. Aman, ne şeytanı gör ne gulhüvallahı oku! Şu cebimde bir lira olacaktı… Hay aksi… Bir lirayı bulamadım… Parayı nereye koydum acaba? İster misin bir lira yüzünden kavga edip karakollara düşelim?.. Hah, işte şu cebimde on kuruş var. Bunu versem olur mu acaba? Olur, tabii ki neden olmasın? Sadaka vermek insanî bir şeydir. Kimseye para vermeye mecbur değiliz. Önemli olan nicelik değil niteliktir. On kuruş az mı olur acaba?.. Biliyorum. Benim on kuruşu kaldırımdaki dilenci beğenmeyip fırlatacak ve ardımdan “Boyundan posundan utan be adam! Bana on kuruş vermeye utanmıyor musun?” diyecek. Tam da bu sırada kaldırımda yürüyen bir kadın işe karışıp bana diklenecek.


-Aslan gibi adamsın. Senin ahirete giden kimin kimsen yok mu? Hayrın olsun bari. On kuruşluk sadaka mı olurmuş, deyip bana çıkışacak. Ben de dayanamayıp kendisine karşılık vereceğim. Kalabalıktan laf söz işitmemek için oradan hemen kaçmak zorunda kalacağım. Ne gereği var? Değer mi? Amaan, en iyisi mi elli kuruş vereyim, tatlıya bağlayalım.


Kaldırıma uzanmış şu dilenci adamın kaş çatışına bak… Gözünü dikmiş bana bakıyor. Ama ben onların ne olduklarını çok iyi bilirim. Bunların tümü böyledir. Kaldırım kenarında oturup adeta avlarını beklerler. Gözlerine kestirdikleri birileri kendilerine yaklaşır yaklaşmaz usta bir tiyatro oyuncusu gibi rol yapıp acıklı bir ses tonuyla para istemeye başlarlar. Başkalarından bir şeyler istemek böyleleri için bir sanattır. Şu haline bir bakın. Sırtını duvara yaslamış. Ayaklarını uzatmış. Yayıldıkça yayılmış. Dilenci de olunsa bir oturma adabı vardır, değil mi?


Adama iyice yaklaşmıştım. Sağ avucuma elli kuruşu iyice sıkıştırdım. “Allah rızası için sadaka…” dediğinde elli kuruşu avucuna bırakıp hızla oradan uzaklaşacaktım.


-Beyefendi. Senden bir şey rica edebilir miyim? Ben tansiyon hastasıyım. Cebimde tansiyon ilacım var. Rica etsem ilaç kutusundan bir hap alıp içmem için bana yardım eder misin?


Adamın cebinden tansiyon ilacını çıkardım. İçinden bir hap alıp kendisine uzattım. Bana teşekkür edip tansiyon ilacını içti. Bir müddet sonra da kendine gelip ayağa kalktı. Çok beyefendi, naif biriydi. Benimle biraz hoş beş etti. Emekli bir esnafmış. Hali vakti yerinde biriymiş. Bana kartını bıraktı. Beni kahve içmeğe davet etti… Kaldırımdan yürüyerek karşı caddeye geçti. Arabasına bindi ve bana tebessüm edip bir süre sonra gözden kayboldu. Avucumda sıka sıka suyunu çıkardığım elli kuruşu usulca cebime koydum. Yüzüm epey kızarmıştı. Beni bu halimle kimse görmesin diye oradan hızla uzaklaştım.


Ertesi gün oluyor. Karmaşık duygularla evden çıkıyorum. Biraz gergin ve sinirli gibiyim. Yataktan ters kalkmış olabilirim. Aaa, ocağı kapattım mı acaba? Pencere açık mıdır? Ya musluklar, onları kapattım mı sahi? İçime bir kuşku düşüyor. Geri dönüyorum. Kapıyı açıp içeri giriyorum. Ocak kapalı. Lamba açık kalmamış. Musluklar akmıyor.


Kaldırım taşlarını saya saya, araba plakalarını okuya okuya, apartman katlarını saya saya ilerleyerek dünkü buluşma noktasına geldim. Bir el değdi omuzlarıma. Hızla geriye döndüm. Oydu:


-Merhabalar.


-Kimsin sen?..


-Senin gerçeğinim.


-Sen benim nasıl gerçeğim olabilirsin ki?


-Dünyadaki hayatlar yirmi dört saatlik zaman dilimiyle çevrilidir. Doğum ve ölüm arasında bir yolculuk… Bebeklik, çocukluk, gençlik, orta yaşlılık, yaşlılık ve ölüm… Hayat siyah beyazdır. Ara renkler de var; ama onları çoğunlukla biz yaparız. Hayata adım atar atmaz bir yolculuk başlar. Dünyadan ötelere uzayan upuzun bir yolculuk. Bu yolculukta iki yol önüne çıkar. Birincisinde sorumluluklarının ayrımında olman gerekir. Bu yolda yürümek biraz zordur, çaba ister, yasaklardan kaçınman, erdemli bir birey olman… Hayat yolunun sonuna geldiğinde sonsuz bir huzur seni bekler. Bilmelisin ki ölüm bir yok oluş değil, yeni bir hayatın başlangıcı…


Hayat yolunun ikincisinde öz denetimsiz bir yaşam yönsemesi olur. Bu yolda yürümek oldukça kolaydır, hiçbir güçlükle karşılaşmazsın. Canının istediğini yapabilirsin. Yolların sonuna geldiğinde sonsuz pişmanlıklar seni sarar. Böylesi yolların sonu çetin bir günün başlangıcı…


-Anlıyorum… Hayatın rengi ne, sorusuyla neyi kastediyorsun?


-Yaşam seçkisi, yaşam sınırlılıkları, yapıp edilen tüm eylemler hayatın birer rengidir. Hayat bir armağandır, beyaz bir defter gibidir. Oraya nelerin yazılacağı bizim yaşam seçkimize bağlı olarak gerçekleşir. İyilik-kötülük dairesinde ne tür işler yapıldığı hayat defterinin renklerini belirler.


-Sen nasıl oluyor da ben olabiliyorsun?


-Gül depremleriyle büyüdüm ben kelimeler ülkesinde. Yazgı bulutları geçerdi hep üzerimden. Anneler ufalır çocuklar büyürdü bizim semtimizde. İğde ve gül kokuları sonsuz aşka bir çağrı… Çöl hurması çiçeğinin fizikötesi duyarlığı… Kasım ayı fırtınası güz gülleri yalnızlığı. Gözlerin aklın kadar görür uzağı…


Bilir misin, İnsanlar yedi katlı binalara benzerler… Tıpkı yedi kat gök gibi… Bu katmanları aşabilenlere olgun insan denir. Böyleleri, yolun sonundaki hakikat aynasında kendilerini görürler. Arayıp durdukları şeyin aslında kendileri olduğunun ayrımına varırlar. Yani, erdemli, saygın, olgun bir insan olurlar...


-Üzerinde konup göçtüğümüz şu hayat gerçek değil mi?


-Hayat gerçeğin gölgesidir, gelip geçer… Her şey bir gün sona erer. Fani olan şeyler nasıl gerçek olabilir? Her şey yokluğa mahkûm… Bebeklik, çocukluk, gençlik, orta yaşlılık, yaşlılık evrelerinde insanlar farklı farklı hayat renkleri içinde büyür. Kendine hayat renkleri seçer. Ötelere uzanan yaşam çizgisinde ise ne renk kalır ne de renksizlik. Ölümle birlikte her şey siyah beyaz bir film karesine dönüşür. Yeni bir hayat başlar. İnsanlar bir sınav yolcusudur. Ne ekilirse o biçilir. İyilik de kötülük de karşılıksız kalmaz. Erdem mi? Başkalarının kusurlarını araştırmakta değil, kendi kusurlarını görebilmektedir…


-Seninle tekrar görüşebilecek miyim?


-Bu sana bağlı... Özverili bir yaşam seçkisiyle iç dünyanı kötülüklerinden arındıra bilirsen neden olmasın ki?..


-Bir başka beninin dünyasındaki gibi mi yani?


-Evet!


Adam kayboldu. Sağıma baktım, soluma baktım; hiç kimse yoktu. Benden başka olan diğer ben, sanki yer yarılıp da içine girmişti. Akşam olmak üzereydi. Kaldırımlarda yürüyerek eve doğru giderken diğer benin söyledikleri hakkında uzun uzun düşündüm…


Belki bilinçaltımın bir oyunu, belki de fizikötesi bir yanılsama… Gölgeyle gerçeğin iç içe geçtiği bir dünyada neyin gerçek neyin gölge olduğunu kim bilebilir ki?..


Ferhat Saul Aaron

Hizirlayolculuk.com

bottom of page