top of page

PAYLAŞMAK Kİ O EN GÜZEL

Tanıdığım bir genç, hukuk doktorası yapmak için İsviçre'ye gitmişti. Bir apartmanda bir daire kiralar. Karşıda iki çocuklu bir aile oturuyor. Aralarında bir dostluk kurulur, görüşürler. Bu aile İsviçre Hükümetine müracaat eder. “Biz,” derler “sizin vatandaşınız olmak istiyoruz.” Bir süre sona cevap gelir: “Biz,” derler, “sizi vatandaşlığa kabul edemeyiz. Çünkü size ait posta kutusuna pek çok mektuplar gönderdik. Filan yoksullar derneğine yardım için, hastalara bakan falan dernek için. Bunun gibi nice nice mektuplar gönderdik. Biz bilgisayarla bunları tespit ediyorduk. Ne yazık ki siz hiçbirine cevap vermediniz. Hiçbir zarfa birkaç lira koyup hiçbir derneğe yardım etmediniz. Biz bu kadar egoist, bu kadar nobran, bu kadar hiç kimseyi düşünmeyen kimseleri vatandaşlığa kabul edemeyiz. Kusura bakmayın.” O komşular bizim gence bunları anlatıyor ve hayretlerini gizlemiyorlar. “Biz,” diyorlar “ne bilelim, posta kutumuza gelen herşeyin bilgisayarla tespit edildiğini.” O genç yıllarca önce bana bu olayı anlattığı zaman uzun süre düşündüm. Bazen beni ürpertti. Hareketlerimiz nasıl da kontrol altında. Hiçbir şey gizli, saklı değil. Her hareketimiz biliniyor, tespit ediliyor...

Senelerce senelerce evveldi. Ankara'da Posta Caddesi’nde Devrim İlkokulu vardı. Ben orada okudum. Her yıl belirli zamanlarda yerli malları haftası olurdu. Bize günlerce evvel sıkı sıkı tembih edilirdi: O gün herkes bir yerli malı ürün getirecek. Sanki Avrupa malını gören varmış gibi... O gün okulun koridorlarına boydan boya masalar konulur, üstüne beyaz örtüler örtülürdü. Herkes getirdiği meyveleri, kuru yemişleri o masaların üzerine koyardı. Çeşit çeşit elmalar, portakallar, mandalinler, ayvalar, muzlar, fındıklar, cevizler, bademler, kuru üzümler, incirler boydan boya sıralanırdı. Müdürümüz Ferdi Bey nutuk atardı, “Yerli malı yeyin.” derdi. Yahu yabancı malı kim, nerde bulacak... Nutuk bitince "Haydi şimdi gidin evinize." der bizi gönderirdi. Bizim sınıfta Fahrettin adında Karadenizli bir çocuk vardı. Mert, yiğit bir çocuktu. "Hocam, haksızlık yapıyorsunuz." diye bağırdı. Müdür Ferdi Bey öfkelendi, "Çekin gidin." dedi, "Hak hamamda aranır." Aradan Yetmiş seneye yakın bir zaman geçti, o günü hiç unutmadık. Bütün talebeler okulu terkederken beddua ediyorlardı. "Haram olsun, zift yeyin inşallah." diyorlardı...

Japonların takdirle karşıladığım bir özelliği vardır. Bir Japon geliri ne kadar az olursa olsun muhakkak gelecek aya birkaç kuruş tasarruf eder. Bu, Japon hayatında şaşmaz bir kuraldır. Önemli olan gelirimiz ne kadar az olursa olsun onu idareli kullanmak, borç yapmamak, hatta öbür aya birkaç kuruş tasarruf etmektir. Bugün Türkiye'de milyonlarca banka kartı borçlusunu ve onların feci akıbetlerini gazetelerde okudukça tüylerimiz ürperiyor. Bankaların kapı önlerine masa koyaraktan gelen geçene banka kartı dağıtması bir cinayetten başka nedir? Atalarımız “Ayağını yorganına göre uzat.” demişler ve asırlarca öyle yaşamışlar. Biz bugün çılgınca bir israf içindeyiz. Bunun sonu nereye varacak? Allah sonumuzu hayır getirsin.

Vaktiyle Roma İmparatoru İslamın süratle ilerleyişinden ürker. Sefiri çağırır, "Derhal," der, "iki deve yükü hediye al, halife Ömer'e götür." Benim selamlarımı, hürmetlerimi söyle." Sefir yola çıkar. O, Hazret-i Ömer'in sarayını somaktadır. Kime sorduysa "Efendi,” derler, "Hazret-i Ömer'in sarayı yok. O da bizler gibi bir küçücük evde oturmaktadır." Tarif ederler. Fakat sefir yine Hazret-i Ömer'i aramaktadır. O, kimsesiz, yaşlı, dul bir kadının yıkılan duvarını onarmaktadır. Elleri çamur içindedir. Sefir sorar, "Efendim, Hazret-i Ömer'in evine nerden gidilir?" Hazret-i Ömer, "Aradığın benim, bir isteğin mi var?" Sefir: "Bir kendi imparatorunun muhteşem hayatını düşünür, bir de Hazret-i Ömer'in Allah rızası için yaptığı hizmete bakar. Ürperir, gözleri yaşarır. "Efendim," der, "kabul ederseniz ben Müslüman olmak istiyorum." Ve İslamla şereflenir.

İnsanoğlu kadın, erkek, genç, ihtiyar hep hayat boyu bir ilginin, bir sevginin, bir saygının özlemi içinde yaşıyor. Hiçkimse bu duygudan uzak yaşayamaz. Yerine göre minicik bir söz, ilgi, yakınlık bir insana yepyeni bir yaşama sevinci, huzur ve mutluluk getirebilirdi. Yıllarca önceydi, Danıştay'dan çıktım, Sakarya Caddesi’ne gidiyorum. Kahvaltılık alacağım. Önümde beş altı yaşlarında iki kız çocuğu aralarında konuşuyorlar. Biri dedi ki "Süheyla hastalanmış, ziyaretine gittin mi?" "Hayır." dedi öbürü. “Hasta ziyaretine eli boş gidilmez ki. Benim ne kolonya alacak, ne çiçek alacak param yok.” Arkadaşı itiraz etti: "Şuradan birkaç sap nergis alır götürürüz." deyince öbür kız "Aaa," dedi, "hiç hastaya nergis gider miymiş?" Öbürü cevap verdi: "Neden gitmesin, dostum beni arasın da acı fındıkla arasın." Bu güzel söz beni öylesine etkiledi ki hemen cebimden defter kalem çıkardım, o güzel sözü yazdım. Kime okuduysam hayran oldular. Bütün mesele işi aza çoğa vurmadan bir ilgiyi, bir sevgiyi götürebilmek.

Hayat o kadar ince ipliklerle birbirine bağlı ki Resululah Efendimizin "Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir." Hadis-i Şerifini ömür boyu unutamadım. İnsanı mutluluğun zirvesine götüren duygu paylaşmaktır. Bir yazar kitabının ismini "Paylaşmak ki O En Güzel" koymuş. O güzelliği yıllardır unutamadım. Konu ne olursa olsun paylaşmak, paylaşabilmek ne güzel bir olaydır. Bir gün bir veli zat akşam yemeği yiyecektir. Sofrasında yalnız yarım ekmeği vardır. Birden kapı çalınır, gelen kimse "Efendim," der, "üç gündür hiçbir şey yiyemedim. Acaba bana yardım etmeniz mümkün mü?" O mübarek sultan yarım ekmeğini alır, kapıya gelir: "Bak kardeşim," der, "benim yarım ekmeğim var, gel bunu seninle paylaşalım." Ekmeğini ortadan ikiye böler ve kapıya gelen kimseye verir. Bu anekdotu okuyalı yarım asır oldu ama unutamadım. Hep beni duygulandırdı, ürpertti. İşte paylaşmanın en güzel örneği. Allah o zattan razı olsun ve bu güzelliği yaşayabilmeyi cümlemize nasibetsin.

SABRİ TANDOĞAN

bottom of page