RİCAL’ÜL GAYB ADAMI, YEDİLER EVLİYASI, HIDIR ALEYHİ SELAMIN TALEBESİ, HACI HALİS KESTANE'NİN ÖZ YAŞAM ÖYKÜSÜ
Aslen Konya Taşkentliyim. Babadan dedem, Taşkent'ten Karasınır’a hicret etmiş. Babadan dedemin adı: Mustafa, anadan dedemin adı: Feyzullah, babamın adı: Abdülhalim, Anamın adı: Fatma olup, Konya Karasınır (şimdi Güneysınır) doğumluyum. Doğum tarihim 1930.
On bir yaşında babam vefat etti, yetim kaldım. Başka bir iş yapmaya gücüm yetmediği için, dağlarda gece gündüz koyun güttüm, yirmi iki sene çobanlık yaptım.
On yedi yaşlarımda iken, bir gece Karasınır Kızılyer mevkiinde, Karaağaç'ta, koyunların içinde yatarken gördüğüm rüyadan sonra, Mevla’nın lütufları ve manevi işaretleri başladı. Rüyamda; uzun boylu, biraz sarıya çalan beyaz tenli, seyrek sakallı, üzerinde çağla yeşili cübbesi olan bir zat gördüm. Sağ elinde, bir bardağının içinde, limonata renginde şerbet vardı. Elindeki şerbet bardağın boy yüksekliğinde yedi taksimatlı yedi çizgi vardı. Bir de, bardağın ağzına yakın kısımda belli belirsiz bir çizgi daha vardı. Bu zat, elindeki şerbet bardağı bana uzattı; ama “Al iç…” demedi.
“Al iç…” demediği için bardağı almadım. Rüyamda bana; al iç demesini beklerken, koyunlar uzaklaşmaya başlamış; koyun sürüsünün çıngırak seslerine uyandım. Uyanınca gördüm ki belden aşağım adeta felç olmuş, ayaklarım tutmuyor.
Koyunların gittiği istikamette, Elmasun köyüne ait bostan tarlası vardı. Koyunlar bostana zarar vermesinler diye, bütün gücümü bir araya toplayıp, dizlerim dirseklerimin üzerinde hareket ederek koyunların önüne geçtim. Koyunların yanında iki kişi gördüm. Birisi, rüyamda bana şerbeti sunan zat idi. İkisi birlikte, koyunları geriye döndürüyorlardı.
“Halis, gelme! Sıhhatin yerine gelinceye kadar yat olduğun yerde. Biz koyunları güdüp onlara sahip oluruz!” dediler.
Zaten de benim ayağa kalkıp da koyunlara sahip olacak dermanım da yoktu. Bu vaziyette olduğum yerde kaldım, birkaç saat kendime gelemedim. Onlar, sağlığım yerine gelene dek koyunları güttüler. Biraz kendimi toparlayınca içlerinden biri yanıma geldi.
“Halis! Koyunlarına bak, biz gidiyoruz!” dedi.
O anda, kim olduklarını sormak geldi aklıma.
“Siz kimlersiniz, gecenin bu vaktinde, bu ıssız dağ başında benim imdadıma yetiştiniz!?”
“Ben de senin gibi bir çobanım! Lâdikli Çoban Ahmet derler bana. Bu yanımdaki de benim arkadaşım, hem de hocamdır!” dedi. Sonra da gittiler.
Lâdikli Ahmet Ağayı daha evvel hiç görmemiş, hiç duymamıştım, sesi kulağımda kalmıştı.
“Ben de senin gibi bir çobanım! Lâdikli Çoban Ahmet derler bana. Bu yanındaki de benim arkadaşım, hem de hocamdır!”
Onlar gittikten sonra, içime ilahi bir aşk ateşi düştü. İlahi aşkla içim yanmaya başladı. Kendi kendime dedim ki “Şerbet uzatılınca, el çabukluğuyla keşke onu alıp içseydim. Şerbeti sunan muhakkak ki mübarek bir zat idi. Acaba bu şerbet neydi?” diye on beş yirmi gün boyunca üzülüp durdum.
Yine bir gece kırlarda, koyunların içinde uyuyordum. Yirmi gün önce, rüyamda bana şerbet sunan zatı, tekrar rüyamda gördüm.
“Hiç üzülme Halis o şerbet sizin. Fakat o şerbet sadece senin değil, siz yedi kişisiniz, rüyanda gördüğün şerbeti içme zamanınız henüz gelmedi de ondan içemedin. İçme zamanınız gelince, yedi arkadaş bir araya gelip içeceksiniz; müjde!”
O zamanlar ben on yedi yaşındaydım. “Acaba biz bu şerbeti ne zaman içeceğiz? Bu şerbeti benimle içecek olan arkadaşlar kimler ki? Bu şerbet ne şerbetidir?” diyerek düşüncelere daldım.
“Bu şerbet bize ne için içirilecek acaba?” diye, sabırsızlıkla şerbeti içeceğim günü beklemeye başladım. Şerbeti içmeyi beklerken, içimdeki ilahi aşk ateşi beni yakıp kuruttu. Bir saatlik zaman, aylar, yıllar kadar uzun gelmeye başladı.
Bu rüyadan sonra içime Mevlâ’nın aşk ateşi düştü. Bu ateş, her geçen gün beni yakıp kavurdu. Zayıf ve bitkin düştüm. Bu durumu gören annem: “Oğlum! Günden iyice bitip tükeniyorsun. Senin mutlaka bir derdin var. Ben senin annenim. Artık bu eriyişine dayanamıyorum. Derdin neyse söyle de hekime mi yoksa hacılara hocalara mı götüreceğiz, çaresine bakalım evladım!” diye ısrar etti.
“Ağlayan gözlerim bir gün gülecek anne
Doktor hekim benim derdimi nereden bilecek anne
Akan gözyaşlarım bir gün olup dinecek anne
Hocalar hacılar benim derdimi nereden bilecek anne
Ağlayan gözlerim bir gün gerçekleri görecek anne
Halk o zaman beni bilecek anne…”
Diyerek derdimi anneme anlatmaya çalışıyordum. Bunların dışında bir şey söylememe izin yoktu. Annem oğlunu sarartıp solduran aşkın ne olduğunu anlayamadı. Üç sene sonra askere gittim.
Acemi birliğim, İstanbul Orhaniye Uçaksavar Tugay’ına çıktı. Birliğe katılıp askerlik görevimi yaparken, annemin vefat haberini aldım. Babadan yetimken, anneden de öksüz kalmıştım. Bu üzüntüye, diğer manevi üzüntü de eklenince, ne yapıp edeceğimi bilemez olmuştum. Kendisinden başka hiç kimsesi olmayan bir kul olarak derdimi Mevla’ya döker oldum.
Bir yandan askerim, kutsal bir ocaktayım; birliği terk edemiyorum. Beri yandan da günler aylar geçmek bilmiyor, gönlüm ilahi aşkla yanıp kavruluyor.
“Bir yandan aşk bir yandan keder
İkisi de etti beni heder
Ey Allah'ım bu Halis kulun bu aşk ile
Dağa mı yoksa çöle mi gider
Ey Allah'ım tez içir bu aşkın şerbetini
Belki kederim gider…”
“Acaba, bu muhterem zatları bir daha görebilecek miyim?” diye bekliyordum. Aradan epey bir zaman geçmişti. Birlikte gece nöbeti tutuyordum.
Nöbet mıntıkamda, bana doğru iki kişinin yaklaştığını gördüm. Kendilerine parola sordum.
“Parola! Çoban Ahmet’le Arkadaşıdır!” deyip yanıma geldiler.
Kendilerine dikkatlice baktım. Gelenler, bana rüyamda şerbeti sunan zat ve Lâdikli Çoban Ahmet Ağaydı.
Lâdikli Ahmet Ağa: “Halis bizi uzun zamandır beklediğini biliyoruz. Ancak, şimdiye kadar seninle görüşmemiz için izin verilmemişti. İşte, bugünkü Divan Toplantımızda bize, seninle görüşmemiz emrolundu. Cenabı Hak’tan senin için gelen emrin bildirilmesi de bize nasip oldu. O vesileyle geldik!” dedi.
Bu arada, benim nöbetim dolmuştu. Nöbet değişimine gelen manga, onları görmüyordu. Nöbeti teslim edip nöbet mahallinden onlarla birlikte ayrıldık. Üçümüz beraber, kışlanın nizamiye kapısına kadar yürüdük. Nizamiye kapısında gelince, Mevla'dan bana gelen emri haber verip beni müjdelediler. Bu emiri yazmaya müsaade olmadığı için onu burada yazmadım. Çünkü Mevlâmız, bu sırrın gizlenmesini ve kendisi ile bu üç kişinin arasında bir sır olarak kalmasını emretmişti.
Bana müjdeli haberi böylece vermiş oldular. Nöbet yerimizden tugay nizamiye kapısına kadar görüşmemiz tamam oldu. Nizamiye kapısında gelince, Ahmet Ağa’nın yanındaki kişi: “Halis şimdi görevimiz bitti. Biz gideceğiz. Üzülme. Biz senin yanına daha çok geleceğiz. Seninle uzun seneler arkadaşlık yapacağız inşallah. Sana manevi görev verilecek, görev verilince seninle beraber cihat yapacağız!” dedi.
Ben: “Siz kimsiniz! Rüyamda bana şerbet sundunuz; iç demediniz. Yirmi gün sonra yine rüyamda sizi gördüm, bana sunduğunuz şerbeti arkadaşlarla içeceğimi söylediğiniz. Dört senedir bekliyorum, ne şerbet var ne de arkadaş var. Ben o şerbeti ve sizi gördüğüm günden beri yanıyorum püryan püryan, yalan dünya oldu bana zindan.” dedim. İçimdeki aşk ateş yine galebe etti, ağladım. O mübarek zat, gözümden akan yaşları bir cam kaba koydu. Kapağını kapatıp cebine koydu.
“ Halis üzülme! Ben yakın bir zamanda yine geleceğim Allah'ın izniyle inşallah. Beni bekle!” deyip gittiler.
Onlar gittikten sonra, Mevlâ’nın bendeki aşkı on misli daha arttı. O günden sonra sabrım iyice tükendi. Aylara, günlere değil; saatin dakikalarına, hatta saniyelerine bile bakmaya başladım. “Acaba bu saatte mi, şu saatte mi gelecekler.” diye yollara bakıyordum, sabredemiyordum.
Ben, bu hal içinde onların yollarını beklerken, nöbet mahallinde kalbime bir şey geldi. “Nöbeti teslim ettikten sonra Cami’ye gideyim, sahura kadar geçmiş kaza namazlarımı kılayım.”
Bir ramazan günüydü. Askerlik yaptığım İstanbul’un Orhaniye Uçaksavar Tugayı içerisinde cami vardı, cami beş vakit namaza açıktı. Askere, camide namaz kılmak serbesti. Nöbetten sonra camiye gelip, bir kaç vakit kaza namazı kıldım. Sonra içimden: “Keşke, Kur'an okumasını bilseydim de, birkaç sayfa da Kur’an okusaydım, ne iyi olurdu.” diye geçirdim. Tam o sırada yanıma biri geldi. Yönü bana dönük bir şekilde benim ön tarafıma oturdu. Elindeki valizinden, orta boy bir Kur’an çıkardı, açtı. Altın yaldızla yazılmış bir Kur’an-ı kerimdi.
“Halis! Sana Kur’an okumasını Allah’ın emir ve izniyle öğretmeye geldim. Öğrenmek ister misin!?” dedi. Ben de “ İsterim. ”dedim.
“Siz kimsiniz? Kendinizi bana tanıtmadınız. Sizinle birkaç yerde daha görüştük. Sizinle her görüşmemden sonra bende ki ilahi aşk ateşi on misli daha artıyor, artık dayanamaz durumdayım. Allah aşkına kendinizi bana tanıtın!..” dedim.
“Ben Hıdırım!” dedi. Kur’an-ı yüzünden sesli olarak okumaya başladı. Beş dakikaya varmadı Kur’an-ı hatmetti.
Kur’an-ı bana verdi. “Allah'ın izniyle oku, Halis!” dedi. Bir kelamını bile okuyamadım. Tekrar Kur’an-ı kendi aldı, birkaç dakika içinde Kur’an-ı yine hatmedip bana verdi ve “Allah'ın izniyle oku!” dedi.
Harfler okumaya başladım. Kur’an-ı aldı birkaç dakikada üçüncü defa Kur'an'ı hatmedip bana verdi. “Allah'ın izniyle oku, Halis!” dedi. Üçüncü seferde Kur’an-ı, hocamın okuduğu gibi güzelce okudum.
“Kur’an-ı kapat Allah’ın izniyle Kur’an’ı ezbere oku!” dedi. Allah'ın izniyle Kur’an-ı ezbere okudum. Ben Kur’an-ı ezbere okuduktan sonra: “Ağzını aç!” dedi, ben de ağzımı açtım. Benim ağzımı üç defa tükürdü. Kendi tükürüğünü benim ağzıma tükürdükten sonra ben başka yerleri, başka başka dünyaları görmeye başladım.
“Bundan sonra her ne görürsen, her gördüğün gerçektir. Şüphe etme, bundan emin ol! Şimdi sana ism-i azam duasını öğreteyim!” dedi. İsm-i azam duasını bana öğretti. İsm-i azam duasını okurken ağlıyordu. Hıdır aleyhi selam ağlarken, sakalından damla damla dökülen gözyaşlarını avucunda toplayıp bu gözyaşlarıyla beni tepeden tırnağa mesh etti.
“Halis, ben gidiyorum! Bu sırrı içinde sakla, yakında ben yine gelirim! Halis! Eğer sen, İslam dininden ayrılmaz, benim sana öğrettiğim üzere Kur’an-ı okur ve Kuran’a ve Peygamberin sünnetine sımsıkı sarılır Tevhidin dışına çıkmazsan, seninle çok uzun zaman arkadaş olacağız. Eğer İslam’ı yaşamaz Tevhidin dışına çıkarsan, beni bir daha göremezsin; bu son görüşün olur!” dedi.
Benden ayrılacağı zaman elindeki Kur'an-ı istedim. “Hocam ne olur bu Kur'an'ı bana hediye edin! dedim. Kur’an’ı bana vermedi.
“Bu Kur’an, senin cennette, Allah'ın huzurunda okuyacağın Kur’an'dır!” diyerek yanımdan ayrıldı. Hocam gittikten sonra bendeki aşk ateşi dayanılmaz boyutlara ulaştı.
Kore savaşına manevi olarak katılan Lâdikli Ahmet Ağa, Hıdır aleyhi selam ve divan ehli rical’ül gayb velileri…
Kore Savaşında İlk Katıldığım Kunuri Çemberinde, muhasarada kaldık. Hıdır aleyhi selamın İstanbul’da benimle görüşmesinden sonra, İstanbul Orhaniye Uçaksavar Tugayı’ndan Kore’ye dağıtım oldum. Birleşmiş Milletler Karargâhı’na katılmak üzere Türk Tugayıyla birlikte Kore'ye gittim. İki yıl kadar cephenin ileri hattında Kızıl Çin ordusu ile savaştık.
Bir gece yine cephede iken, gece saat bir sıralarında düşman taarruza başladı. O cephede, piyadenin savunmasından sorumlu olan zırhlı Türk birliğinde bulunuyordum. Türk askerinin bulunduğu mevziler, düz bir arazideydi. Bizim birliğin solunda İngiliz, sağında Kore'nin askeri birlikleri vardı.
Çinliler, İngilizlerin bulunduğu mevkie taarruza başladılar. İngilizlerin bu taarruza karşılık vermeyip bulundukları cepheden geri çekilmesi üzerine, bizim sol kanadımızda boşluk bulan Çin askeri, aniden bizi çembere aldı. Bizim sağ kanadımızda bulunan Kore askeri de geriye çekilmişti. Çin birlikleri; buradaki boşluktan istifade ederek, kafeste keklik misali, bizi tamamen çember içine aldılar. O çember içinde Türk tugayının üçte biri vardı. Yalnızca, ileri kademede bulunan Türk askeri birliği çembere alınmıştı. Çin birlikleri bizi çember içine aldıktan sonra, bize karşı tek bir silah dahi patlatmadılar. Bizi cephe gerisinde bırakıp ileri taarruza başladılar.
Çember içinde ne kadar Türk askeri varsa bir araya toplandık. “Bize nereden bir imdat gelecek?” diyerek, o çember içinde sabahladık. Gündüz, öğle ile ikindi arasına kadar o çember içinde bekledik.
İkindi vakti, Kore saatiyle saat üç sularında, bizim gerideki Ateş İdare tarafından bir helikopterin bize doğru geldiğini gördük. Bizim bulunduğumuz birliğe elli metre kala, bir kişi paraşütle helikopterden atladı ve yanımıza geldi. Gelen, Tugay Komutanı Tuğgeneral Tahsin Yazıcı’ydı.
Tugay Komutanımız Tahsin Paşa: “Merhaba benim kahraman askerlerim! Beni size kavuşturan Mevla’ma şükürler olsun! Evlatlarım! Şimdi beni iyi dinleyin! Burada bulunan asker, tugay mevcudumuzun üçte biri kadardır; ama şu an ben de buradayım. Türk Tugayının tümünü ben temsil ediyorum. Onun için, Kore'de bulunan Türk askerinin tamamı, burada kabul edilir. Şimdi size soruyorum: Türk Tugayı Kore’de esir düşmüş diye mi? Yoksa Türk Tugayı topyekûn Şehit olmuş diye mi tarihe geçmek istersiniz? “dedi.
Askerler hep bir ağızdan: “Şehit olmak isteriz, esir olmak istemeyiz!..” diye haykırdılar…
Tahsin Paşa: “Şerefli Türk Milletinin aziz evlatları! Ben de sizden bunu beklerdim. Allah bizimle beraberdir! dedi ve “Süngü tak! Hücum!” emrini verdi.Türk birliği, süngü takıp “Allah! Allah !” sedasıyla hücuma başladı.
Tuğgeneral Tahsin Yazıcı Paşa, askerin iki metre önünde düşmana bizzat süngü vuruyordu. Süngüsüne taktığı Çin ve Rus askerlerini, bir saman çuvalı gibi omzunun üzerinden geriye atıyordu. Askerler, Tuğgeneral Tahsin Yazıcı Paşa’nın ardından “Allah! Allah!” naralarıyla düşman hattına daldılar.
Bu arada, Tahsin Paşa'nın ve bizim elimizde neredeyse süngü vuracak kâfir askeri kalmamıştı. Daha biz Çin askerine yetişip vurmadan, o Çin askerini ayaklarımızın altında çiğnen ölüler halinde buluyorduk. Bu acayip hadisenin arka planını şunları gördüm.
Bizim Türk birliğinin önünde; atları üzerinde, manevi özel kıyafetleriyle, ellerinde kılıçlarıyla Üstadım Hıdır aleyhi selamı, Lâdikli Hacı Ahmet Ağa’yı ve manevi arkadaşlarını gördüm. Bizim Türk birliğinin hemen önündeydiler, Çin ve Moskof askerlerine kılıç sallıyor, kâfir düşman askerlerini kırıp geçiriyorlardı. Bize süngü vuracak düşman asker bırakmadılar.
Rical-İ Gaybın Divan Ehli Velileri; Allah'ın manevi orduları imdada yetişmiş, Türk askerini muhasaradan, o korkunç çemberin içinden kurtarmışlardı. O manevi ordular, Allah'ın askerleri, o gün var oldukları gibi, bugün de varlar. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
O Rical-i Gaybın Divan Ehli Velileri ki her zaman için Müslüman askerlerinin yanında olacaklardır inşallah!
Kore savaşında Vegas Cephesi ve manevi ordular…
1952 senesinde Kore'de on beş aylık askerim; Vegas denilen bir mevkide cephedeydim. Ağır topların korunması altındaki savunma hattında mevzideyiz. Bir ramazan günüydü, akşam ezanının okunmasına beş dakika vardı. Kumanyalarımızı hazırladık, iftar etmek için beklerken, Çin askeri cephesinden top sesleri gelmeye başladı, top gülleleri peş peşe gümbürdüyordu. Bizim bulunduğumuz mevziinin sağına, soluna, ilerisine, gerisine; her tarafa yağmur gibi top mermileri yağıyordu.
İftar için hazırladığımız kumanya toz duman içinde kaldı, iftar dahi edemedik. Hemen silahlarımızın başına koştuk. Ateş idare kumandanımızdan gelecek emri bekliyorduk, beri yandan da düşmana, caydırıcı taciz atışları yapıyorduk. Saat gece bir veya iki sularıydı.
Bu arada, Çin topçu mermilerinden, topçu taburumuzun cephanesi ve topları isabet aldı. Cephanemizin patlaması ile öyle bir yangın çıktı ki; bütün topçu taburunun bulunduğu alan infilak etti. Toplar, arabalar bulunduğumuz mevziide ne varsa cayır cayır yanmaya başladı.
Bir taraftan üzerimize mermiler yağıyor; bir taraftan da yanardağ lavları gibi üzerimize ateş yağıyordu. Bu arada, Bozkırın Hoca Köyü’nden Muhsin Yaşar isminde bir kardeşimizi yanımızda şehit verdik. Allah'ım rahmet eylesin!
Bir ara taarruz durdu, top sesleri kesildi. Çarpışmanın şiddetinden iftar açmaya fırsat bulamamıştım. Sahur vakti girdiği için, ikinci günün orucuna niyet etmeden önce, biraz su içip öyle niyet edeyim, dedim. Mataralara, su kaplarına baktım, bir yudum dahi su kalmamıştı. Elime hemen birkaç matara aldım, mataraları doldurup geleyim diye su kuyusuna koştum.
Su aldığımız yer, mevziiye yaklaşık olarak yüz elli metrelik bir mesafedeydi. Suyu; yerdeki bir su kaynağından alıyorduk. Suyun yanına varıp mataraları doldurdum, bir bardak kadar da su içtim. Sahur vakti olmuştu. Suyun başında, yarın ki oruca niyet ettim.
Üç, dört metre kadar yürümüştüm. Çin cephesi tarafından, bülbül sesine benzer bir kuş sesi duydum. Batı tarafımızdan, bir de koyun sesine benzer bir ses duydum. Derken, etrafımda karartılar görmeye başladım. Hava bulutlu idi; ama ay ışığı vardı. Ay, bazen buluta giriyor her yer kararıyor, bazen buluttan çıkıyor her taraf aydınlanıyordu. Bulunduğum yer, sık ormanlık bir mekândı. Ormanın içinde gördüm karartılar, birbirlerine haberleşme işaretleri vererek bana doğru iyice yaklaştılar. O anda bacaklarımın dermanı kesildi, dizlerimin üzerine oraya çöküp kaldım.
Yüzümü semaya kaldırıp ellerimi Mevlâ’ya açtım: “Ey kâinatın sahibi yüce Mevla’m; Sana sığındım. Senden başka beni koruyacak, senden başka beni muhafaza edecek yok! Ya Rabbi! Sana sığındım. Beni bu kâfirlerin eline teslim etme Allah’ım!” diye dua edip yalvardım.
Bu sırada, semadan, gökkuşağı gibi yeşil bir ışık direkt üzerime indi. Işığın içinde, Hocam Hıdır Aleyhi selam ve Lâdikli Ahmet Ağa belirdi.
Hocam bana: “Korkma Halis! Allah'ın emriyle senin imdadına yetiştik; yapış elime!” dedi.
Hocamın eline yapıştım, beni yerden kaldırdı. Tam o sırada, benim bulunduğum yerin dört bir yanını kuşatan düşman askerleri, bizim önümüzde toplandılar. Hepsinin eli, başları üzerinde, parmakları kilitlemiş şekilde, tek sıra halinde önümüze dizildiler.
“Teslim, teslim!..” diye bağırıyorlardı.
Esir olan düşman askerleri, tek sıra halinde önümüze düşüp bizim mevziiye doğru yürümeye başladılar. Ellerindeki silahlarını atmışlardı, zararsız idiler. Yürürken saydım; yirmi iki Çin askeri esir edilmişti.
Onlar önümüzde biz arkalarında bizim mevziiye vardık. Mevzide on iki Amerikan askeri, benimle birlikte yedi Türk askeri, bir de Koreli tercüman vardı. Toplam yirmi kişiydik.
Arkadaşlara böyle bir tabloyla karşılaşınca, hayretler içinde kaldılar. “Bu hal nedir Halis? Anlat! dediler. Ben, “ Bu hali kendilerine soralım. Ben de bilmiyorum!” dedim. Koreli tercümana, “ Esir olan Çin askerlerine sor bakalım, durumu onlardan öğrenelim.” dedik… Tercüman, düşman askerleriyle konuştu. Bize döndü. “ Bir tek Türk askerine, yirmi iki kişi, nasıl teslim oldunuz da geldiniz?” diye sordum. Çin askerleri şöyle cevap verdiler.
“Bizim bir Türk askerine teslim olacağımızı mı sanıyorsunuz? Yeşil sarıklı, yeşil cübbeli, beyaz sarıklı beyaz cübbeli, sayıları sayılamayacak kadar çok asker vardı. Bizi çember içine aldılar, silahlarımızı attırdılar, ellerimizi başlarımızın üzerine koydurdular, bizi etkisiz hale getirdiler. Bizi buraya o sarıklı askerler getirdiler. Biz bir askere teslim olup gelecek kadar korkak değiliz!” demişler.
Bu arada, Hıdır Hocam ile Ahmet Ağa: “Halis, biz gidiyoruz! Bizim görevimiz buraya kadar. Yine geliriz!” deyip gittiler. Onlar gittikten sonra, bendeki Mevlâ aşkı, katbekat artmıştı. “Acaba, Hocam, bir daha ne zaman gelecek?” diye yollara bakıp durdum.
“Lâdikli Ahmet Ağa ve Hıdır Aleyhi selam, kanatlı atlarıyla Kore’de İmdadıma Yetiştiler…”
1952 senesinin Aralık ayı sonları idi. Kumkale Mevkiinde, cephenin ileri hattında, ağır ateşli silahlardan oluşan birliğe katılmıştım. Birlik kumandanı, Yüzbaşı Nevzat Bey’in bana vermiş olduğu talimat gereği; yanımdaki iki arkadaşımla beraber, hava kararınca, düşman birliklerinin ileri hatlarına kadar sokulur, kendilerini işitecek kadar yanlarına yaklaşır, düşman askerlerinin ne yapmak istediklerini öğrenir, telsizle ateş idareye haber verirdik.
Yine bir gün aynı görevdeyken, Çin ileri karakolu, aniden bizden haberdar oldu, bize ateş etmeye başladılar. Ben, sol bacağımdan vuruldum, olduğum yere yığılıp kaldım. Yanımdaki arkadaşlar, beni orada bırakıp gittiler. Bacağım sürüyerek bulunduğum yerden bir tepe arkasına doğru gittim. Ormanın sık ağaçları içerisinde gizlendim. Allah’a yalvarıp Hocamın gelmesini bekledim. Ansızın iki beyaz giyimli atlı, semadan uçarak yanıma geldiler; atları kanatlıydı. Atlarından inmeden:
“Halis biz geldik! Haydi, gideceğiz!” dediler Hıdır aleyhi selam elini uzatıp beni atının terkisine aldı. Yanıma gelenlerden biri Hıdır aleyhi selam, bir diğeri de Ladikli Ahmet Ağa idi.
Hızır aleyhi selam ve Lâdikli Ahmet Ağa beni hastaneye götürüp yatırdılar. Yatırdıkları hastane, seyyar çadırdan kurulmuş, çok büyük bir Türk hastanesi idi. Hastaneye yattığım gün, iki gedikli doktor gelip benim yaramı temizleyip sardılar. Ben bu sargıyla on iki gün hastanede kaldım. Ağır savaş şartlarından dolayı, bu on iki gün içinde, bir doktor gelip de; “Bu askerin yarası ne oldu…” diye beni soracak fırsat bulamamışlardı.
Gün geçtikçe sancılarım iyice arttı, bacağım morarmaya başladı. Mevla’mdan sabır ve şifa dilemekten başka yapacak bir şey kalmamıştı. Hastanede yatan yaralılardan bazılarının iki bacağı birden top mermisiyle kopmuş. Kimilerinin kolları kopmuş, yalnızca gövdeleri kalmıştı. Adeta dalları kesilmiş bir ağaç gövdesi gibi uzanmış yatıyorlardı. Yaralılar, arıların kovanda inlediği gibi inim inim inliyorlardı. Ben; askerlerin bu hallerine bakıyor, kendi halime şükrediyor, kendi kendime moral veriyordum.
Hastaneye yatırılışımın on ikinci gününde, bir doktor yanıma geldi. Bacağımdaki sargıyı çözdü. Bir şey yapmadan, bana hiçbir şey söylemeden, sargıyı bacağımın üstüne bırakıp çekip gitti. Doktor, tekrar gelip bakacak diye beklerken; Hıdır aleyhi selam yanıma geldi.
“Halis bacağını kesmeye karar verdiler! Bu hastanenin diğer bir bölümünde çalışan, Konyalı Sıhhiye İsmail var. Hemen, İsmail’e burada olduğundan ve bacağının kesileceğinden haber ver. Doktor beye haber versin. Size o ikisi yardımcı olacaklar, ben yine gelirim!” deyip gitti.
Hemen, Sıhhiye İsmail’i çağırttım, onu durumumdan haberdar ettim. İsmail ve Mehmet Bey’le daha evvel tanışmıştık. Kendisi, Kazım Karabekirli bir hemşerimizdi. Hocam söyleyince hatırıma geldiler. Türkiye'den Kore'ye giderken gemide beraber yolculuk yapmış, tanışmıştık. Sıhhiye İsmail Bey bana; “Eğer yaralanıp hastaneye gelirsen, beni sor, ara! Ben, birkaç hastanede birden görev yapacağım. Senin geldiğin hastanede beni göremeyebilirsin; ama beni mutlaka ara. Bana hangi hastanede olduğunu bildirirsen, ben seni bulurum!” demişti.
İsmail Bey, benimle görüştükten sonra hemen devreye girdi. Mehmet Bey'i, Yallanpo Hastanesi'nde bularak benim durumumdan haberdar etti. Mehmet Bey, yanıma gelip “Geçmiş olsun hemşerim…” dedi. “Niye daha evvel haber vermediniz! “ diye bana darıldı. Benim kalçalarımdan iki iğne yaptı. Arabasına aldı. Sovil havaalanına götürüp, Amerikan ordusuna ait bir uçağa bindirdi. Uçak içinde, her devletten en az beş yüz yaralı asker vardı. Bu yaralı askerlerle birlikte, Birleşmiş Milletlerce, Kore'de yaralanan askerlerin tedavisi için kurulan, Japonya'nın Tokyo şehrindeki Amerikan Hastanesi'ne gittik.
Tokyo'da bir ay tedavi gördüm. Tedavi sırasında, Hıdır Hocam ile Ahmet Ağa, iki kere ziyaretime geldiler. Bir ay tedaviden sonra iyileştim ve Kore'ye dönüp birliğime katıldım; cephede savaşmaya devam ettim. Mevlâ’mdan şehit olmayı çok isterdim; ama Mevlâ’m Kore'de şehitlik mertebesini bize nasip etmedi. İnşallah bundan sonra nasip eder…
“Kendilerini tanımadığım manevi kişiler, kalbimi çıkarıp yıkadılar…”
Kore'de yaptığım askerlik görevim, 1953 senesinin sekizinci ayının sonlarına doğru tamam oldu. Terhis oldum, Türkiye'ye, köyüme döndüm. Koyun gütmeye başladım. Avdul köyü ile bizim köy arasındaki bir merada, gece saat bir buçuk sularında koyun güdüyordum. O gün hava çok soğuktu, sırtıma kepenek giyip oturdum. Tesbihle, kelimeyi tevhit çekiyordum. Bir ara, yanımda aniden iki kişi peyda oldu. Onların yanıma gelmelerinden haberim olmadı. Benimle hiç konuşmadan, göğsüme elleriyle bastırarak beni sırt üstü yatırdılar. Göğsümü yarıp açtılar. Kalbimi elleriyle söküp dışarı çıkarttılar. Ellerindeki leğenin içinde kalbimi yıkadılar ve tekrar kalbimi yerine koydular; hiç acı duymadım. Ben onlara; “Siz kimlersiniz, neden kalbimi yıkadınız?” diye sordum. Hiç konuşmadan çekip gittiler.
Onlar gittikten birkaç gün sonra; akşam olunca yeşil bir bulut kümesi benim üzerime gelir, şemsiye gibi üzerimde durur, benimle beraber sabaha kadar dönüp dururdu. O ıssız gecelerde adeta, bana arkadaş olurdu. Bu hal, ben Konya’ya gelene kadar devam etti.
“Üstadım ve hocam Hıdır aleyhi selam hakkında birkaç söz…”
Cenabı Hak Kehf Suresinin 65’inci Ayet-i kerimesinde “Derken kullarımızdan bir kul buldular ki biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.”
Beyan-ı ilâhiyesiyle varlığından haber verdiği, Kehf suresi 65 - 82’nci ayetlerinde Musa aleyhi selamla arkadaşlıkları zikredilen, pek çok hikmetleri açıklanan Hıdır aleyhi selam, bir beşer olarak Cenabı Hakk’ın kudretiyle halen hayatta olup, halkın içindedir, halktan biri gibi yaşamaktadır. O da herkes gibi yer içer, pazarlara gider, halk arasına karışır ve insanlarla temas kurar.
Allah dostları, seçilmiş kullar, maneviyat erleri olan veliler; Hıdır aleyhi selam ile görüşüp Fetih Suresinin 10. Ayet-i Kerimesinde zikredilen “Allah’ın eli onların elinin üstündedir.” İlahi hikmeti gereği, Allah’ın askerleri olarak arzın nizamını sağlama görevini yerine getirmektedirler.
“Allah, sevdiklerini kubbeleri altında saklar.” Hadisi kutsisinde beyan edilen velilerini, bazen manevi rahmetinin gereği inanan Müminlerin istifadesine açar. Bu da cenabı Hakk’ın; kullarına olan rahmet ve merhametinin bir nişanesidir.
Üstadım Hıdır aleyhi selam ile manevi âlemde birlikte geçen bir ömür sonunda, Allah’ın bir lütfu olarak sizlerle bu rahmet bilgilerini bırakıyoruz. Hocam Hıdır aleyhi selâmın özel hayatını, kendisinin müsaadeleri ölçüsünde açıklamak istiyorum.
Muhterem Üstadımın asıl ismi; Hıdır olup doğduğu köyün ismi Seba olması hasebiyle “Sebalı Hıdır” olarak da bilinir.
Seba; Hıdır aleyhi selâmın ecdadının kabile ismidir. Mübarek Üstadın dedeleri, Yemen'de bulunan bu bölge yerleşmişler. Kurmuş oldukları Karyeye Seba adını vermişler, burası Seba olarak anılmıştır.
Seba; Süleyman aleyhi selâmın veziri Âsaf Berhayâ tarafından, göz açıp kapayıncaya kadar tahtı, Süleyman aleyhi selâmın huzuruna getirilen ve daha sonra Süleyman aleyhi selam ile evlenen Saba Melikesi Belkıs’ın hükmettiği ülkenin başkentidir. Bu bilgileri mübarek üstadım bildirmişlerdir.
Kaynak:
hizirlayolculuk.com