HIZIR ALEYHI SELAMIN ÖĞRENCİSİ, YEDİLERİN REİSİ, RİCAL’ÜL GAYB EVLIYASI LADİKLİ AHMET AĞA
1304 (d.1888) yılında Konya Vilayetinin Sarayönü Kazasına bağlı, Lâdik Kasabasında dünyaya geldi. (ö., Konya/ Lâdik 8 Haziran 1969). Ümmi, sufi. Ricalül gayp evliyası.
Baba adı Mehmet, anne adı Emine’dir. Yusuflar Sülâlesindendir. Üçü erkek biri kız olmak üzere dört kardeşi vardır. Yıllarca çobanlık yaptığından dolayı muhitinde Çoban Ahmet olarak tanınmıştır. Daha sonradan Elma soyadını almıştır. Manevi âlemden kendisine Hüdai adı verilmiştir. Eşi Hatice Hanımdır. Bu kutlu evlilikten İki oğlu, dört kızı olmuştur.
Okuma yazması yoktur, ümmidir. İmzasını atamadığı için mühür kullanırdı. Mektuplarını kâtipleri yazardı. Bir arkadaşından mektup geldiği zaman kâtiplerine okuturdu. Cevabî mektuplarını da yine onlara yazdırırdı. Dinî kültürü hakkında “Allah ondan razı olsun, ben dinimi, diyanetimi tabur imamımızdan öğrendim.” derdi.
Yirmi altı sene askerlik yapmış bir İstiklâl Savaşı gazisidir. Kanal harekâtında İngilizlere karşı arkadaşları ile birlikte harp ederken, sağ omzundan hilâl şeklinde yaralanır. En yakın dört arkadaşının kahramanlıklarına, şehit düşmelerine ağır yaralı bir haldeyken tanık olur. Düşman askerleri, yaralı askerlerimizi, “Sağ kimse kalmasın!” diyerek süngülerler. Bu esnada Lâdikli Ahmet Ağa başını bir şehidin kolunun altına sokar. Düşmanlar, “Hiç diri asker kalmadı.” diyerek uzaklaşıp giderler.
Orada, aç susuz yaralı bir vaziyette kalır. O sıralarda, bulunduğu yer düşman askerlerince işgal edilmiştir. Ellerini açarak Allah’a dua eder. “Allah’ım, beni düşmanların elinde bırakma!”
Duası kabul olur. Cenâb-ı Hakk’ın izniyle Hızır aleyhi selam atıyla gelir. Lâdikli Ahmet Ağa’ya matarasından bir bardak aşk şerbeti içirir. Ancak yarısına kadar içer, tamamını bitiremez. Şerbeti içtikten sonra bir anda açlığı ve susuzluğu gider. Yaranın verdiği ağrı ve hâlsizlik de ortadan kalkar.
Hızır aleyhi selam, “Gel seni hastaneye götüreyim.” deyip atına bindirir ve Kudüs’teki hastanenin kapısına getirir. Hızır aleyhi selam, “Seninle arkadaşlığımız bundan sonra da devam edecek.” deyip oradan ayrılır. Hastanedekiler, yaralı asker gelmiş diyerek onu içeri alırlar. Hastanenin içerisi misk gibi kokmaya başlar. “Bu nasıl askermiş!” deyip, elbiselerini, ayakkabılarını koklamaya başlarlar. Lâdikli Ahmet Ağa, hastanede tedavi olduktan sonra tekrar cepheye koşar.
Lâdikli Ahmet Ağa askerlik hatıralarını şöyle nakleder:
“Cephenin birisinde arkadaşımla birlikte düşmana esir düştük. Esir kampı dağlık bir yerdeydi. Etrafı nöbetçilerle doluydu. Arkadaşım bana gelerek, “Ahmet, İkimizin de burada esir kalması vatanımız için zararlıdır. Ben nöbetçileri meşgul edeyim. Sen kaç, kurtul, cepheye git.” dedi. Ben de ona, “Senin yapacağın işi ben yapayım.” dedim. Arkadaşım, “Ya Allah, bismillah!’ deyip yanımdan kayboldu. Aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra ben de oradan kaçtım, arkadaşımla buluştuk. Allah’a şükürler olsun ikimiz de esaretten sağ salim kurtulduk.
Seferberlikte değil insanlar, hayvanlar bile açtı. Kazanın içerisinde koskoca bir kemik kaynardı. Havada uçan kuşlar yemeğe hücum etmesinler diye kazanın başında eli sopalı muhafızlar beklerlerdi. Yemeği önümüze koyduktan sonra, kaşık şakırtıları sonrasında yemek hemen tükenirdi. Topla tüfekle harp etmek şöyle dursun, hep süngü harbi yapardık. Süngü süngüye geldiğimiz zaman, düşman askerleri elektriğe çarpılmış gibi olurlardı. İçimizde öyle yiğitler vardı ki, düşmanın attığı el bombalarını patlamadan kapıp tekrar düşman askerlerinin üzerine atarlardı.
“Sen madalya almadın mı?” diye soranlara: “Savaştan sonra madalya dağıttılar. Geri hizmette bulunan bir askere madalya vermemişler. Onun ağlamasına dayanamadım. Boynumdaki madalyayı çıkartıp ona verdim. Öyle bir sevindi ki görecektiniz…” “Sen neden Gazilikten maaş almıyorsun? Gazilik madalyası olanlar maaş alıyorlar.” diye soranlara: “Birkaç günlük askerliğim var, onu da paraya mı çevireyim.” demiştir.
Ahmet Ağa; Cenabı Hakkın kullarına rahmet ve merhametinin eseri olarak gönderilmiş manevi bir askerdi. Osmanlının son dönemlerini yaşamış ve Osmanlı askerlik terbiyesiyle yetişmişti.
26 yıl süren askerlik hatıralarını anlata anlata bitiremezdi. Seferberlikte başından geçenleri anlatırken, hem kendisi hem de misafirler ağlardı. İstiklâl Savaşı gazisiydi. O; açlık susuzluk ve yokluğun hüküm sürdüğü çileli harp yıllarını, kahraman Mehmetçiğin kahramanlıklarını gelecek nesillere nakleden canlı bir şahitti.
Askerlik sonrasını Ahmet Ağa şöyle anlatıyor:
“Elhamdülillah iyileşip taburcu oldum. Çok sürmedi bizi terhis ettiler, memleketime -Konya Lâdik’e geldim. Çölde yaralı iken Hocam beni kurtarmıştı. Bana içirdiği, hayat bahşeden o sudan sonra bende ilahi bir aşk yangını başladı. Aşk ateşi, günden güne sinemi yakıyordu. Bu aşk; beni dağlara, ıssız yerlere sürüklemeye başladı. Evde duramaz oldum, derdimi de kimseye anlatamıyordum. İşte günler aylar böyle gelip geçiyor, hep gözlerim yolları gözlüyor, O’nu bekliyordum. Çünkü “Geleceğim.” demişti. Gönlümdeki ilahi aşk ateşinin yangını arttıkça, lisanım gönül feryadımı dışarıya döküyordu. Tam on iki sene geçmişti aradan. Nihayet bir gün Elhamdülillah, Hocam (Hızır aleyhi selam) teşrif edip göründüler, artık dünyalar benim olmuştu…
İşte o günden sonra, hemen hemen her gün uğrar, lüzum eden ders ve malumatı verirdi. Zamanı gelince beni alıp manevî toplantılara götürürdü. Kendisi gelmediği zamanlarda, manevî telefonla haberleşir, emredilen yere saatinden önce varırdım. Daima, saatinden önce istenilen yere vardığım için, üstadım beni çok sever ve benden memnun olurdu.
Ahmet Ağa; zamanının çoğunu odasına gelen misafirlerine hizmet ederek geçirmiş, kimseye yük olmamış, kimseden bir şey almamış, hep vermiş, onları iyiliğe ve hayra davet etmiş, ayrım yapmadan herkese dua etmiş, sohbetine katılan hiç kimseyi eli ve gönlü boş çevirmemiştir. Boş kaldığı zamanlarda, dağlarda çobanlık yapmış, tarla ve bahçesini ekip biçmekle meşgul olmuştur.
Onu her bakımdan hakkıyla tanıyıp bilen kırk sene arkadaşlık yaptığı Hızır aleyhi selamdır.
Hocamı yedi adım geriden takip ederdim. Hocam yüzüme baktığı zaman, yüzümün rengi sararırdı. Hocam bana derdi ki: “Hüdai! Ben çok evliya ile arkadaşlık yaptım, sendeki hâli hiç kimsede görmedim.”
Ahmet Ağa bazen, “Bende bir şey yok, çobanın birisiyim.” der, bazen de âdeta coşarak: “Oğlum, benim hocam ilim deryasıdır. Ne soracaksanız sorun. Ben size bir peygamberin hayatını günlerce anlatırım. Fakat sizler dinlemeye tahammül edemezsiniz.” derdi.
Bir gün evinde abdest alırken hocası Hızır aleyhi selam çıkagelir. Ahmet Ağa çok heyecanlanır. Hocası “Mevlâna, sana bir abdest almasını öğretemedik” der. Dedem de “Ne yapalım efendim. Bir çobanı peşinize taktınız. Çoban ancak bu kadarını becerebiliyor.” deyince Hızır aleyhi selam “Ahmet! Ahmet! Kalb-i selim arıyorlar…” demiş.
Son zamanlarında hasta yatarken, “Sen gidince bizler ne yapacağız Ahmet Ağa?” diyerek gözyaşı döken misafirlerine, yataktan doğrularak “Allah var oğlum. Allah var, gam yok!” demiştir.
Hasta halindeyken Oğlu Zekeriya eline varıp, “Baba hakkını helal et!” deyince “Oğlum, bende üç emanet var. Onları sahiplerine verirsen, hakkımı helal etmiş olacağım. Sen olmasan da onlar emanetleri alıp götürecekler. Ama sen de onları görsen iyi olur.” der.
Tarih, 8 Haziran 1969 Perşembeyi gösterirken rahmet-i Rahman’a kavuşur.
Vefatından bir kaç ay sonra oğlu Zekeriya “Haydi, odaya gel emanetleri ver.” diye bir ses işitir. Bu gizemli odada, 1967 yıllında patlak veren Küba krizi çözülmüş, Kore savaşındaki olayların seyri değiştirilmiştir.
Oğlu Zekeriya, odaya gelir. Odanın kapısı kilitli olduğu hâlde üç kişi içeride namaz kılmaktadır. Hemen o da namaz kılmaya başlar. Birisi bembeyaz örtüler içerisinde kapalı bir vaziyettedir. Yüzü açık olan kişi konuşur. “Sen otur dayanamazsın.” der. Gece sabaha kadar namaz kılarlar. Kendisine bir lokma yiyecek verirler, ağzına atar fakat tadı pek hoşuna gitmez, lokmayı çıkarır. Belli etmeden kenara koyar. Üç kişiden biri “O lokmayı yeseydin babanın vazifesine sen devam edecektin, nasibin bu kadarmış” der. Emanetleri isterler. Emanetlerin birisi Tayy-i mekân elbisesi, birisi mühür, bir diğeri de şeceredir.
“Beraberce babanın kabrini ziyaret edelim.” derler. Yolda giderlerken bir şahıs bunları görür. O kişi için “Bu adam fazla yaşamaz” derler. Yüzü kapalı olan kişiyle birlikte kabristanın biraz dışında namaz kılarlar. Namaz kılınan yerde o sene otlar kurumaz. Kabirden ayrılıp ağaçlık bir yerden geçerlerken içlerinden bir tanesi ‘Allah!’ diye haykırınca ağaçlar secdeye kapanır. Bu tabloyu gören Zekeriya oraya düşüp bayılır. Kendine geldiğinde onların gitmiş olduklarını görür…
Güzel ahlâk ve merhamet sahibiydi. Kollarını açıp bütün Ümmet-i Muhammed’i kucaklardı. Sanki herkes onun evladı ve torunu gibiydi. Gece ve gündüz evinin kapısı herkese açıktı. Küçük, büyük demeden herkese hizmet ederdi. Onların sorunlarıyla ilgilenirdi, dertli olanların dertlerine çare arardı, herkese dua ederdi. Yetimi, öksüzü görüp gözetirdi. Hediye vermeyi çok severdi, oldukça cömert biriydi. O; halkın içinde halktan biri gibiydi; fakat gönlü daima Hak’la beraberdi.
Az uyuyup, çok ibadet eden, az gülüp çok ağlayan bir kimseydi. Ciddi ve vakurdu, daima tefekkür hâlinde bulunurdu. Celalli görünüşünün ardında; kullara, mahlûkata karşı tanımsız bir merhameti vardı. Gözü ve gönlü öbür âleme dönüktü. Kaza ve kadere boyun eğip, yazgısına razı olan bir sabır numunesiydi. Kendine has manevî bir kokusu vardı, eline aldığı ve kullandığı eşyalar o güzelim kokuya bürünürdü.
Manevî ilme sahip olduğu için, âlim bir insanla sohbet ederken o da âlim olurdu. Dünya; sanki avucunun içindeymiş gibi kalp gözüyle her yeri görürdü.
Beş vakit namazını camide kılardı. Camiye gidip gelirken yere bakarak -sanki bir şeyler kaybetmiş de onu arıyor gibi- düşünceli, ağır ağır yürürdü. Çok güzel giyinir, temizliğine çok özen gösterirdi. Abdest alırken, namaz kılarken çok uğraş verirdi. Namazı, hiç bitmeyecek zannedilirdi. Geceleri uyumaz, sabaha kadar ibadet ederdi. Gerek beyitlerinde gerekse sohbetlerine seher vaktinin önemine defalarca deyinmiştir. Gelip giden misafirlere şöyle tavsiyelerde bulunurdu:
İhtiyarlığınızda genç kalmak istiyorsanız, onu bunu bahane etmeden, beş vakit namazınızı camide cemaatle kılın. Dizlerinize sarı su inmeden, genç iken namazı çok kılın. Çocuklarınızın rızkını helalinden kazanın, alın teriyle kazandığınız rızkı yiyin, kimsenin eline bakmayın. Bu din Allah’ın dinidir. Allah ne istiyorsa onu yerine getirin. Hizmet ehli olun, hizmetten geri kalmayın. Allah sonumuzu hayra getirsin, Allah hakkımızda hayırlısını versin, derdi.
Sohbetlerinde dünyanın yaradılışından, peygamberlerin hayatından, Peygamber Efendimizin sav ve ashabının hayatından bahsederdi. Büyük veliler ve âlimlerle ilgili kıssalar da anlatırdı. Sohbetine katılanlar büyük bir haz duyardı. Duygulu anlar yaşanırdı. Sohbetinden herkes hoşnut kalır, tekrar buluşmak dileğiyle, duasını alarak dedemizden ayrılırlardı.
“Allah’ım! Sev bizi, sevdir bizi, dünyada ve ahirette ağlatma güldür bizi…” diye dua ederdi.
Sohbetlerinden, aşkla okuduğu beyitlerden sonra mutlaka , “Allah hakkımızda hayırlısını versin! İmanımı kurtarabilirsem ne mutlu bana” der, hep korku ile ümit arasında yaşardı.
Her türlü eza ve cefaya katlandı. Bir taraftan dünya meşgalesi, öbür taraftan halkın eziyeti… Hepsinden zor olanı ise ilahi aşk ateşinin onu yakmasıydı.
Kendini; hep âciz, günahkâr ve asi bir kul olarak görürdü. Buna karşın yer yer manevî birçok ilime vukuf olduğunu da söylerdi. Hali ahvali bilinmeyen, sırlarla dolu bir Hakk dostudur. Kendisini; ancak Hakk ilmine sahip olanların hakkıyla bilip tanıyabileceklerini sıklıkla dile getirirdi.
Lâdikli Ahmet Ağa’ya, ailesine, ricalül gayp velilerine ve onları gönülden seven bütün Müminlere selam olsun…
Kaynak:
İnternet alan yazın arşiv bilgileri
http://www.ladikliahmethudai.com
hizirlayolculuk.com