RİCALÜL GAYP ADAMI KIRKLAR EVLİYASI OPR. DR. HÜSEYİN MÜNİR DERMAN
“Hüseyin Münir Derman, 1910 yılında Trabzon’da dünyaya geldi. Babası Ahmet Rasim Efendi, annesi Şehvar Hatun’dur. Annesi Gümüşhane’de, babası Vakfıkebir’de doğmuştur. Şehvar Hatun’un annesi Pembe Hatun, babası Uzun Mehmet Efendi’dir. Ahmet Rasim Efendi’nin annesi Kafkasya’dan Cevahir, babası Buhara’dan Hacı Ali Efendi’dir. Münir Derman’ın anne tarafından büyük annesi Gül Hatun “ Evliya Kadın” olarak bilinmektedir. Gümüşhane’nin Hedre Köyü’nde türbesi vardır. Yine anne tarafından şeceresi “Uçan Şeyh” diye tanınan Ahmet Ziyaeddin Gümüşhânevî Hazretlerine kadar uzanmaktadır. Nazım ve Nuriye isimli iki kardeşi kendisi doğmadan, ağabeyi Hasan Kazım ise 47 yaşında vefat etmişlerdir.”[1]
“Ahmet Ziyâeddin Gümüşhanevî Hazretleri; büyük velilerden; ismi Ahmed b. Mustafa, künyesi Ziyâeddin olup, Gümüşhanevî diye meşhurdur. Babası Emirler sülalesinden Mustafa Efendi’dir. 1813’de Gümüşhane’nin Emirler mahallesinde doğdu. 1893 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Kabr-i şerîfi Süleymaniye Camii avlusunda Kanûni Sultan Süleyman Han türbesinin kıble tarafında olup ziyâret mahallidir.”[2]
“Münir Derman’ın harikuladeliklerle dolu hayatı Trabzon’da başlamaktadır. Rus işgali nedeniyle oradan geçip Gümüşhane’ye yerleşmişler. Daha sonra burası da Rus işgaline uğrayınca tekrar işgalden kurtulan Trabzon’a göç etmişlerdir. Burada ne kadar kaldıkları bilinmemektedir. Derman Hoca bu göç macerasını şöyle anlatıyor: “Hedre’den muhacir çıktık… Kafile hâlinde yürüyerek… Nereden geçtik… Nerede konakladık. Hatırlamıyorum. Ankara’ya kadar geldik. Bentderesi denen semtte küçük bir evde oturduk…Pembe Ninem Ankara’da Hakk’a göçtü..”[3] “Hacı Bayram-ı Velî türbesi yanındaki mezarlığa defnedildi. Sonraları o mezarlık kaldırıldı. Rahmetli dayım, annesi ninemin kabrini toprak ve kemikleriyle aldı. Hedre köyüne götürerek büyük ninesi Evliya Kadın’ın yanına defnettirmişti. Dayım o zaman Gümüşhane mebusu idi.” [4]
“Münir Derman, öğrenimine babasının yazdırdığı, Fransız kolejinde başlamıştır. Burada Fransızcayı en iyi şekilde öğrenmiştir. Aynı zamanda rahibin oğlu olan arkadaşı sayesinde Rusçayı da hazinesine katmıştır. Liseyi bitirdikten sonra devletin açtığı burs sınavına katılmıştır. Bu burs sınavında şöyle bir hatırası olmuştur: “Bu sınavda Atatürk sözlü olarak şöyle bir soru yöneltmiştir. “Napolyon kimdir, Atatürk Kimdir ?” bu soruya sadece Münir Derman doğru cevap vermiş. Cevabı işe şöyle olmuş. “Atatürk Halifeliği kaldırıp cumhuriyeti kuran, Napolyon ise cumhuriyeti kaldırıp krallığı kuran kimsedir.” Bu cevap Atatürk’ün çok hoşuna gitmiş, Münir Derman’ın saçını okşamış. Derman Hoca bu devlet bursu ile tahsil hayatının büyük bölümünü Fransa’da geçirmiştir. Burada felsefe bilimleri ve psikoloji bölümlerini okumuştur.”[5]
“Fransa dönüşünde Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde Fransızca başta olmak üzere dersler verdi. Münir Derman 22 yaşlarında İstanbul’da tıp fakültesine başlar. Orayı da bitirir, doktor olur. Yine tahsil hayatı devam eder. Bir tanıdığı vasıtasıyla Suudi Arabistan’a gider. Kral’ın saray doktorları arasına girer. Arabistan’da iken aynı zamanda Mısır’daki Ezher Üniversitesine kaydını yaptırır. Hem doktorluk yapar hem de Mısır’daki Ezher’e devam eder. Dışarıdan derslere hazırlanır. Ve imtihanlarına girmek suretiyle Ezher Üniversitesini de bitirir. Suudi Arabistan’dan döner. Türkiye’ye döndükten sonra hükümet tabibi olarak Ağrı’nın Eleşkirt ilçesinde görevlendirilir. Şark hizmetini Eleşkirt’te bitirir. Daha sonra Bilecik’in Bozhöyük ilçesi hükümet tabipliğine naklen tayini yapılır.”[6]
“Annesi Şehvar Hatun ile otururlarken İstanbul’da, müfettiş olan dayısının kızı Cahide Hanım vardı. Annesi “Sana onu almak istiyorum” der. İstanbul’a giderler, dayısının kızını isterler ve Cahide Hanım’la evlenir. Cahide Hanımı Bozhöyük’e gelin getirirler. O artık evlenmiştir. Annesi ve hanımıyla birlikte aynı evde otururlar. Bu arada bir kız çocukları dünyaya gelir. Adını Ayşin koyarlar. Kendileri mesai haricinde muayenehane açmaz. Aldıkları maaşla kıt kanaat geçinmeye çalışırlar. Bu arada Münir Derman Hz.lerinin kızı Ayşin Hanım büyür, Fransız kolejini bitirir ve evlenip İstanbul’a gider. Bu evlilikten bir kızları dünyaya gelir. Adını Gülbanu koyarlar. Gülbanu’da büyür. Ankara kolejini bitirir ve bu arada Ayşin Hanımefendi birinci eşinden ayrılır. İkinci bir evlilik daha yapar. İkinci evliliğinden de iki kızı dünyaya gelir. Münir Derman Hz.leri torunlarının isimlerini bizzat kendileri koyar. Feryal ve İsra. Yetişmelerinde büyük anneleri olan Cahide Hanım Efendinin büyük rolleri olmuştur. Münir Derman eşi ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Çileli insanların manevi yönleri kuvvetli olur. Yengenizde çok çileli birisidir. Onun için o evliya bir kadındır. Yengenize hürmet edin, onun duasını alın.””[7]
“Üniversitede-Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi- dersler veren Münir Derman Hoca, doktorluk mesleğine ilk olarak sağlık bakanlığı nezdinde gönderildiği-Ağrı, Doğubayazıt, Eleşkirt- şark hizmetiyle başlar. Evlendikten sonra ikinci görev yeri olan Eskişehir’e yerleşmiştir. Eskişehir’de genel cerrahi dalında doktorluğa devam etmiş ve buradan emekli olmuştur. Bu dönemlerin hangi tarihte başlayıp bittiği bilinmemekle beraber bir dönemde Talal isminde tıp fakültesinden çok samimi olduğu arkadaşının vasıtasıyla Arabistan’da çalışmıştır. Yedi yıl kadar Kral’ın doktorluğunu yapmıştır. Bu dönemle ilgili bazı hatıraları vardır. Hücreyi Saadet’e sadece bir defa çok ısrar edildiği için girmiş diğerlerinde edebinden dolayı içeri girmeyi istememiştir. Bu bir defalık girişinde de çoraplarına kadar her şeyini çıkarmıştır. Bu hareketi Arapların çok hoşuna gitmiş, onu omuzlarına almışlardır.”
“Münir Derman Hoca, yaklaşık olarak 1963-1964 yıllarında Türk Tıbbında ilk defa kopan bir ayağı ameliyatla takarak uluslararası tıp dünyasında ilgi çekmiştir. Olay şöyle olmuştur.
“Bir kadın hastaneye geliyor, elinde bir ayak. “İyi bir cerrah yok mu? Muhammed(sallallâhü aleyhi ve sellem) aşkına şu bacağı taksın” diye bağırıyor. Derman Hoca, Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) adını duyunca kötü oluyor. Hemen ayağı kopan genci ameliyat ediyor. Dokuz saat ameliyattan sonra Hoca çıkıp secde ediyor. Eve gidiyor, gelişme olursa bildirilmesini ricâ ediyor. Sonra Hoca’ya telefon edilip bacağın sıcaklaştığı müjdesi veriliyor. Bu başarılı ameliyattan sonra ilk tebrik telgrafı Sovyetler Birliği’nden gelmiş, sonra Amerika’dan, Fransa’dan, Almanya’dan davet telgrafları almıştır.”[8]
“Eskişehir’deki görevinden emekli olduktan sonra, dâvet edildiği Almanya’ya gitmiştir. On beş yıl Almanya’da anatomi profesörlüğü yapmış, sonra yurda dönmüştür. Bu vazifelerin haricinde ilaç fabrikasında çalışmıştır. Bazı ilaçların açık patentini almıştır. Fakir hastalara bizzat yardımcı olmuştur. Derman Hoca atom modelinin dökümünü yapmıştır. Şartlar elvermediği için geliştirememiştir. Tıpla ilgili eserleri de vardır. Eserlerinin bir kısmını II. Dünya harbinde Fransa’da kitapların olduğu yer bombalandığından kaybetmiştir. Gülhane hastanesinde Fransızca olarak romatizma ve kan grupları ile ilgili olarak kitapları mevcuttur.”[9]
“Trabzon’da 4 yaşından itibaren Buharalı Hocası Ömer İnan Efendinin manevi eğitiminde ilerlemiş, ondan feyz almış ve seyr u sülûkunu aynı zatta tamamlamıştır. Hâfız Nigar ismindeki hocasından Kur’an öğrenip yedi yaşında hafız olmuştur. Ömer İnan Efendi, Derman Hoca’nın küçüklüğünde Rus askerlerinin attığı topları eliyle tutar, üzerine bir şeyler okur ve gönderirmiş. Çiftçilikle uğraşan Ömer İnan Efendi, çok kanaatkâr ve celalli bir zatmış. Herkes ondan korkar ve çekinirmiş. Kendisi çok büyük bir veliymiş. Derman Hoca, Haçkalı Hoca diye Trabzon’da sık sık tayyi mekân yapan bir zattan bahsetmiştir; fakat onunla manevi bir yakınlığı olmamıştır. Bunun yanında manevi terbiyesine yardımcı olan, Doğu Beyazıt’taki görevi esnasında tanıştığı “Ömer” isminde bir zattan bahsetmiştir. Şam’da bulunan dört kişiden de el aldığı bilinmektedir. Bu zatların kim oldukları hakkında malumat yoktur. Münir Derman Hoca’nın anne ve babası da Ömer İnan Efendi’ye intisapla olduklarından, kendisinin intisabı kolay olmuştur. İnan Efendi, O’nun manevi terbiyesiyle çok yakından ilgilenmiştir. Onu on beş yaşında kırk günlük erbaine sokmuş, her gün sadece yemesi için bir tas çorba vermiş, karanlık bir odada çile doldurmuştur. Halvetten çıktıktan sonra, İnan Efendi’nin evinin bahçesinde, çardakta yemek yemek için oturmuşlar, sofraya kızarmış tavuk gelmiş, İnan Efendi “yiyelim” deyince Derman Hoca, budu koparmaya başlamış. Daha ağzına götürmeden Efendisi budu elinden çekmiş, almış. “Senin daha nefsin temizlenmedi, tekrar halvete, odaya gir” demiş. Hoca ağlayarak kalkmış. Halvete kapanıp, kırk gün sonra çıkmış. Ömer İnan Efendi onu sabah namazına ormana göndermiş. Er-Rahman süresini okumasını tembihlemiş. Ormanda siyah sarıklı bir zât çıkmış karşına. Halvetin mübarek olsun, artık sende bizden oldun. Zaman zaman yanına geleceğim ve dediklerimi yaparsın” deyip kaybolmuş. Bunu Hoca’sına anlatmış, hocası onu tebrik edip, yolun açık olsun demiş. Dua etmiş, onu uğurlamış.”[10]
“Yine bir sabah namazında efendisi Hoca’yı tek başına, karanlıkta ormana göndermiş. O zaman bütün ağaçlar ve çiçekler Münir Derman ile konuşmuş. Ağacın biri çok kuruymuş, ağlıyormuş. Derman Hoca’nın kendisine yaslanmasını istiyormuş. Hoca ağaca yaslanınca, ağacın dibinden bir çiçek çıkmış ve üzerinde bir şebnem damlası varmış. Damla büyüyüp hocayı içine almış. Onu yıkamış. Siyah sarıklı bir adam Onu okşamış, “O isterse her şey olur” deyip ortadan kaybolmuş. Böylece maneviyatı hızla gelişmeye başlamış.”[11]
Derman Hoca’nın şeyhi Ömer İnan Efendi’den icazetini nasıl aldığı hakkında malumat yoktur.
“Derman Hoca’nın meşrebinde Celâlilik vardır. Aynı zamanda kuvvetli merhamet yatağı olan Derman Hoca garip ve tek bir fert olarak yaşamıştır. Fazla arkadaş edinmemiştir. Ferdiyet makamında idi. Herkesin bilmediği meşrep Şemsettin Tebrizî’ inin meşrebidir. O’da bu meşreptendir. Garip gelip, garip giden Derman Hoca çok yoğun, anlaşılmama yalnızlığı çekmiştir. Halvet O’nun en çok kullandığı usuldür. Kendisi makamının yükselmesi için riyazetler yapmıştır. Her zaman “az yemek, az uyumak” gerektiğini talebelerine hatırlatmıştır.”[12]
O, kendisini kitabında şöyle anlatmıştır. “Ben evliya veya ermiş bir insan değilim. Basit bit mümin olmaya çalışan bir insanım, dünya nimetlerinin şükrünü eda için çalışıyorum; vakit bulursam istiğfar ile uğraşacağım. Hayât-ı hususiyemi bilmeyenler hırpalayıcı sözler söyleyebilirler; bunlara bir mana vermedim. Her şeyden el çektikten sonra meşgul olanlardan değilim ben. Meşgul iken her şeyden el çekmeye çalışanlardanım.”[13]
“Derman Hoca kendi gayretiyle talebe almamıştır. Hakk tarafından kendisine gönderilenleri talebeliğe kabul etmiştir. Çok sayıda mürit edinmemiştir. Gerçek talebelerinin sayısı altıyı geçmemiştir. İrşat olunacakları irşat etmiştir. Derman Hoca kendi tarzını şöyle anlatır: “ Her gün yıkanmam emir olundu. Az yemem, az su içmem emir olundu. Bu emirler hiç güçlük çekmeden, ben arzu etmeden husûl buldular. Ayda iki gece ben, bilmediğim meçhul diyarlara davet ile götürüldüm. Oradan rağbet ve itibar ederler bana. Bütün müşküller halloldu bana. Celâl köşesinden daima Settâr sıfatının altından bağırmak emir olundu bana. Mürşitlik rütbesi verildi; irşat ederim. Mürit gönderirler bana. Eteğime yapışanlara Celâl köşesinden hırpalamak emir olundu bana. Maşrıktan mağribe atıldım. Mağrip sultanı emretti bana. Her gece Sultan-ı Mağribi ziyaret ederim. Âlem-i Misal tayyi mekân oldu bana inayet. Gayb Ricâli’ni gördüm. Selam ettiler bana. Edep içinde divan durdular. Kulağıma Fethiye salâtını okudular. Üçler, yediler sonra dörtler buz gibi su ikram ettiler bana. Su içmekle kanın içre hücrem zikrini guslederim. Tevhide girdim. Bu gusül farz oldu bana. Kanaatten bereket evcain saldılar evim canibime. Bir lokma soframda yiyen, doyan olur, tuhaf geldi bana. Rıza rüzgârının bir yaprağı gibi oldum. Çok şükürler Allah’ıma, salât olsun Mahbubuna. Cemâlullah zahir oldu. Cemâl Celâl, Celâl Cemâl karışarak tevhit oldu. Derya içre düşüverdim. Damla idim, umman oldum. Dertli idim. Derdim gidip Derman oldum. Kırklar sofrasında bulundum. Bunların üçü ile haftada bir kere buluşurum. Kırklardan mısın diye sorma bana. Ben o üç ile dört yaparım. Hiç ile kırk oluruz. Üç kişi bir de ben, bir de hiç, bir taife teşkil ederiz, gezeriz. Hem kırkız, hem dördüz, hem hiçiz biz.”
“Günümüz tarikat anlayışını eleştirir ve şöyle der; “Size beş vakit namaz, Allah ve Resulü yeter. Bu devir, tarikat devri değil, her şeyin sahte olduğu bir devir.” Klasik tarikatlardaki devran, zikir halkası, toplantı gibi gösterilere izin vermemiştir. Evrat olayını da benimsememiştir. Kendisini hiçbir zaman belli etmeyen Derman Hoca cemaatleşmeye de karşıydı. “Allah’a giden yol birdir” derdi. Cemaatleşme olunca fitne çıkacağını ifade etmiştir. “ Mümin kişinin tek görevi Hakk’ın emirlerini yerine getirmek ve Allah’a karşı samimi olmaktır” diye söylerdi.”[14]
“Hoca’nın kendi riyazetleri çok ağır olmuştur. 1982 Haziranında halvete girmiş, oruç bitimine kadar her akşam yalnızca tek bir zeytinle idare etmiştir. On beşinci günün sonunda bir bardak su içmiştir. Kendisi ve annesi soğan ve sarımsak yememişlerdir. Bir zeytinle tek bir marul yaprağıyla oruç tutardı. Çok namaz kılardı. Günlerce, gecelerce… İki yıl boyunca orucunu bırakmamıştır. “İtikat orucu bu, bu asırda bir iki kişinin çekilip bu orucu tutması lazım” derdi. Talebeleri irşat ederken de onlara durumlarına ve seviyelerine göre riyazetler verirdi, halvete sokardı. “Tasavvuf yaşanan bir hâldir, sonradan tasavvuf diye isimlendirilmiştir” derdi. İrşadın sözlerle değil, sessiz ve sözsüz akıtılarak verileceğini söylerdi. Talebelerine en çok tavsiye ettiği şey devamlı abdestli olmaları gerektiğiydi. Bir talebesine altı sene soğan sarımsak yedirmemiştir. Soğan sarımsağın düşünce gücünü zayıflattığını, bazı esmaların işleyişini etkilediğini bildirmiştir. Konuşmazdı, idrak ettirirdi. “Hakiki mürşit bakarak, yakarak temizler, Şeyh insanın içini dışını yıkar. Ben içimle bakarım, tamamen ötelerin adamıyım” derdi. Asrının insanı olmadığı için çok üzülürdü. Bu asrın ötesindeydi. Hiç arkadaşı yoktu. “Kendimi anlatacağım bir arkadaşım bile olmadı. Bir dost bulamadım, gün akşam oldu” diye sık sık söylenirdi. Kalabalıktan hoşlanmazdı. Kendisinin görünmüyor ve anlaşılmıyor olmasını şöyle anlatırdı: “Bana Hocam söylemişti yıllar evvel. Seni ancak ben görebilirim. Başkası göremez. Niçin der gibi mübarek gözlerine baktım, gülerek bana “ Sen görünmezsin de ondan” demişti. Hocam görünmek istiyorum dedim. “Sırası gelince görün” dedi. Göründüm fakat göremediler. Kader böyle. Bakarlar bana gövdemi görürler. Hâlbuki ben başka yerdeyim. Günü gelince gömerler beni. Gövdemi gömerler. Orada bile başka yerdeyim. Doktor nerede, Derman ne oldu. Sana bana olan O’na da oldu. Yıllar geçti, dünya değişti, hocam göç etti. Ne var ne yok ufukta kayboldu, perdelendi. Ben öğüt tutarım. Hocamı kırmak aklımdan geçmez.” [15]
“Derman Hoca, çok zaman sükût eder, ağlardı; doğuştan seçilmiş bir insandı. Kendisine Kahhar görevi verilmiştir. Bu yüzden de talebelerine zorlukla muamele eder, çok ölçüp tartardı. Yine de onları incitmekten çekinir, severdi. Her müşküllerini hallederdi. Maddî ve manevî yardımlarını talebelerinden esirgemezdi. O’nun müritlerine karşı celâllenmesinin arka planında sonsuz bir merhametin saklı olduğu bilinmektedir. Hata yaptıklarında kaşlarını çatar, soğuk davranırmış. Bunu bazen özellikle imtihan niyetiyle yaptığı olurmuş. Direkt olarak talebelerinin hatalarını yüzlerine vurmadığı için, böyle bir yol seçmiştir. “Hata yüze vurulmaz” derdi. Bu ilgi, hoşgörü hatta celâl karşısında elbette ki talebelerinin ona olan aşk ve muhabbeti son derece fazla idi. “Derman Hoca” denildiği zaman gözleri yaşla dolan, gözlerinin içi gülen pek çok talebesi onu hâlâ sevgi ve saygıyla anıyor. Talebeleri onun mizacına uygun ve ona gösterdikleri saygı ve hürmet gereğince karşısında hep susmuşlar, sessiz olmuşlardır. Sohbetleri esnasında içleri heyecanla dolarmış. Derman Hoca’nın talebelerinin de ağızları sıkıydı. Onlarda tıpkı hocaları gibi sanki görünmezlik iksiri içmişlerdi. Derman Hoca işini başkalarına yaptırmaktan hiç hoşlanmaz, talebelerine bile hizmet eder, gönüllerini hoş tutardı. Ömründe bir defa kendisi için dua etmemiştir.”[16]
“O alışılmış evliya tipinden farklı idi. Saçlar uzun, sakal yok. Haneciler otelinde(Ankara) uzun yıllar kaldı. Zannedersiniz ki o odayı güzelce döşemiş ama öyle değil; bomboş bir otel odasıydı. Hoca’yı her tip insan ziyarete gelirdi. Meslek olarak, tasavvufî seviye olarak, kültürel seviye olarak. O yüzden talebeleri arasında kopukluk vardır. Hoca çok celalli olduğu için celâl meşrep olanlar O’na giderlerdi.”[17]
“Derman Hoca’nın talebe eğitiminde halveti kullandığını söylemiştik. Bunun yanında bazı öğrencilerine gündüz ve gece söylemeleri için salavatlar vermiştir. Virtler vermiş ama bunların sayılarını kişiye göre değiştirmiştir. “Sayı telefon numarası gibidir. Tuşlayın istediğiniz yer çıkar” demiştir. Bununla beraber toplu zikir katiyen vermemiştir. “Oturun, bir köşeye çekilin, ibadet edin, teheccüt namazı kılın, tefekkür edin” dermiş. Bazı talebelerine Kuran’dan belli kısımların okunması şeklinde dersler verdiği de olmuştur. “La ilahe illallah deyin. Ama kalpten gerçekten deyin” diyerek sayılara kızdığı da olmuştur. Salavat ve vitrin yanında gök aylarında üç gün oruç tutulmasını da istemiştir. Zaman zaman talebelerine zahirî sohbet yapmış, ancak bu sohbetler tek bir mevzu üzerinde durarak kısa açıklamalar şeklinde olmuştur. Kendisi talebe eğitiminde seyr u sülûku şöyle anlatır: “ Seyr u sulukta mürit için on asıl yol belirlenmiştir. Buna usûl-ü aşere derler.”
Talebeleri
“Derman Hoca’nın her zaman talebe sayısı az olmuştur. O talebelerini kendi seçmemiş daima kendisine maneviyattan gönderilen talebeleri yetiştirmiştir. O’nun son derece itina ederek yetiştirdiği öğrencilerinin bazılarının isimleri şöyledir: Hakim Yurdanur Şendir, Remzi Kasım Can, Yaşar Çetinkaya, Günnur Şahin, Sabri Tandoğan, Şeyh Mansur, Sevim Kubat. Bu şahıslara hangi tarihte Hoca’nın eğitimine girdikleri hususunda malumatımız yoktur. Derman Hoca’nın on yıl içinde yetiştirdiği Şeyh Mansur ismindeki talebesi en meşhurudur. O’nun halifesi olmuştur. O’na icazet vermiştir. Derman Hoca’nın halife olarak yetiştirdiği bilinen tek öğrencisi Şeyh Mansur Efendi, Hoca’ya sonsuz bir muhabbetle bağlıydı. Hoca’yla farklı şehirlerde olduklarından kendisini çok görmek istemiş ama Hoca buna izin vermemiştir. Hoca’ya “Neden görüşmüyorsunuz?” diye sormuşlar, Derman Hoca : “İki bomba bir araya gelirse patlar” demiş. Gerçekten de hiç görüşmeden ahret yurduna göçmüşlerdir. 1989 yılının başlarında Şeyh Mansur da vefat etmiştir.”[19]“Derman Hoca’nın hâlâ manevî tasarrufu ile eğitmekte olduğu talebeleri vardır. Vefat edeceği zaman yerine birini bırakmamıştır.”[20]
Daha önceki hazırlanmış olan tezde talebeleri ile ilgili olarak ifade edilen isimlere ek olarak isimlerine veya kendilerine ulaşabildiğimiz Mehmet Güngör Sönmez, Ahmet Kayhan Efendi, İsmail Akdeniz, Raziye Akdeniz, Yaşar Koçhisarlı ve Hüseyin Ayırgan isimli talebeleri de mevcuttur.
Mehmet Güngör Sönmez Münir Derman Hoca ile ilgili hoca-talebelik ilişkisi hakkında görüşmemizde şunları ifade etti. “ 1984 yılında Hocam ile tanıştım. Vefatına kadar yanından ayrılmadım. Her hafta cumartesi-pazar hariç Haneciler otelindeki odasında hep yanında, hizmetinde oldum. Saat 10-11 gibi gelir, 5’e 6 ‘ya kadar yanında olurdum. 1986 yılında Hoca’mın yardımıyla halvete girdim.”
Mehmet Güngör Sönmez Bey ile yapılan görüşmede, bizlere anlattığı Münir Derman Hoca ile yaşadıkları bir kaç hatırası şöyledir:
“Hocamın vefatından bir hafta on gün kadar geçmiş idi. Ben ise Hoca’mın ailesine Hocamı anlatmakta idim. Ben anlattıkça başta Eşi Cahide Hanım olmak üzere hayretler içerisinde kalıyor ve Münir Hocam hakkında duydukları karşısında şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. Bir müddet bu sohbetler devam etti. Bir gece Hocam rüyamda “Yeter artık, konuşma” diyerek gözüme bir yumruk attı. Yumruğun acısıyla uyanmışım. Uyandığımda gözüm, yediğimin yumruğun ağrısıyla belirli bir müddet sancılandı. Birtakım sırları ailesine dahi ifşa edince Hocam tarafından bizzat uyarılmış oldum. Bu olay Hoca’mın dünya değiştirmesine rağmen Allah’ın izniyle tasarrufunun devam ettiğini göstermiş oldu bana.”
Bir diğer hatırasında ise “Hocam benden, kaldığı otelde hizmetindeyken bir demet maydanoz alıp gelmemi istedi. Ben de aldım geldim. “Yıkadın mı” diye sordu, Ben de “hayır yıkamadım” dedim. İkinci hafta tekrar benden bir demet maydanoz daha almamı istedi. Ben de aldım ve otele girmeden geçen haftaki uyarı sebebiyle yıkadım ve öyle yanlarına vardım. Tekrar maydanozu “yıkadın mı” diye sordu. Ben de evet yıkadım dedim. Hocam maydanoz demetini eline almasıyla bağırmaya başlaması bir oldu ve “bu nasıl yıkama” diyerek kızdı. Devamında ise kendisi bir leğeni alarak ince ince her bir maydanoz yaprağını ayıkladı ve saplarını aynı boyda keserek yönleri aynı yöne bakacak şekilde dizdi. Bir sonraki hafta tekrar bir demet maydanoz almamı istedi ve ben yaklaşık 3,5 saat sonra temizleme işlemini tamamladım. Bu süreçte ben bir sırra erdim. Bu sırra ermenin sevinciyle Hocama konuyu aktarmak üzere iken Hocam “Biz sana üniversite eğitimi veriyoruz, sen ise ilkokul çocuğu gibi kekeliyorsun” diyerek beni azarladı. Ben ise sırra erdiğim için kendimi önemli sayarken, Hocamın uyarısı üzerine kendime geldim. Maydanoz demetlerini sonraki dönemde istenen şeklide hazırlamayı adet edindim; kendime önem arz etmeden…
Hakk’a Yürüyüşü
“Doktor Münir Derman aşağı yukarı iki yıla yakın Ankara Sanatoryum Hastanesinde yattı. Akciğerlerinden rahatsızdı. Nefes alırken zorluk çekerdi. Bir müddet daha yattı, iyi olmaya başladı. Sonra tekrar nüksetti. Tekrar düzeldi, tekrar nüksetti derken hastanede kalması iki seneyi buldu.
2 Aralık 1989 Cumartesi, ikindi üzeri, saat 15.00 sularında gözlerini bu fâni dünyaya kapayarak Hakk’a kavuştular. Son sözü, son nasihati yoktur. Ölümünden iki yıl önce vasiyetini hazırlamış ve yakın talebelerine vermişti. Bu vasiyetnamesinde söyle söylüyordu: “Şu şu kişiler cenazemi kaldırsınlar. Kalabalık istemiyorum, ölümümü ilan etmeyin. Bu dünyaya garip geldim, garip gitmek istiyorum. Tantanaya gerek yok. Cenazeme çiçek getirmesinler. Tenha bir köye defnedin beni. Şayet; Ankara Yenimahalle ilçesine bağlı Ankara’ya 20 km olan Memlik Köyü’ne defnederseniz memnun olurum.
Cenaze namazımı köyde kılın, sadece bir hafız Kur’an okusun o kadar. Orası benim makamımdır. Bir müddet sonra kabrimi açsanız, beni zaten orada bulmazsınız, gider, gelirim. Beni vefatımdan sonra 24 saat bekletin ondan sonra defnedin” buyurmuşlardır. Münir Derman Hoca soğuğu çok severlerdi, sevdikleri gibi de kar yağarken gömüldüler. 3 Aralık 1989 Pazar günü “Memlik” köyüne götürülerek orada cenaze namazı kılındı ve defnedildi. Hava oldukça soğuk, yerde kar vardı. Bir taraftan da kar yağıyordu. Kabristan bir tepe üzerinde idi. Tepenin altından pınarlar akardı. Yeri çok güzel, sakin ve havadardı.”[21]
“Derman Hoca gerçekten de yıkanmadan defnedilmiştir. Cenazesi söylediği gibi az değil kalabalık olmuştur. Maalesef istemediği telkin de verilmiştir. O’nu taşıyanlar, baş ve ayak kısmında bulunanlar Hoca’nın kendine has manevî kokusunu duymuşlardır. Vefât ettiğinde hastanede o kokuyu birçok insan hissetmiştir. Hastanede pijaması kesilerek öğrencileri arasında paylaşılmıştır. “Ben öldükten sonra beni çok arayacaklar ” diyen Derman Hoca ardında pek çok sevenini bırakmıştır. Manevi emanetlerini kendisine yakinen hizmet eden, O’na yanaşmış sevdiklerinden birine bırakacağını söylemiş, fakat isim açıklamamıştır.”[22]
Kabir Taşım
“Münir Derman Hoca’nın türbesi, ziyaret etmek isteyenler için Ankara’ya bağlı Memlik köyündedir. Fevkalade güzel ve yeni bayındır edilmiş yerin, ilk görüntüsü klasik anlayışın dışında farklı bir yapılanma içindedir. Skolâstik gelenekte, metfun olan zatın üstünde türbesi yükselirken, Derman Hoca’nın kabri, diğer kabirler arasında üstü açık ve sadedir. Aynı statüde olan birçok gönül erinden farklılığı burada bile göze çarpmaktadır.”
“Bu “Kabir Taşım” yazısını vefat ettiği gün ölmeden önce kendisi kaleme almıştır.”[23]
“KABİR TAŞIM
Bir gövde borcum var toprağa
Verdim borcumu
Ruhumun toprağa borcu yok benim.
Arama toprakta beni ben başka yerdeyim.
Toprağım temizdi temiz teslim ettim borcumu
Bu kabir ruhumla gövdemin ayrılış yeri
Burada arama burada değilim
Azapta değil narda değilim.
Dünyada haksızlık, sefalet, açlık, sıkıntı, dertlerle arkadaş yaşadım.
Şikâyet etmedim Rabbimden, bu nedir diye.
Kırklar, yediler, dörtler, üçlerle arkadaş idim.
Hızır’la konuştum, dertleştim dünya yüzünde.
Şikâyet etmedim kendi hâlimden
Nefsinle uğraşma, bu savaş değildir.
Kabirde azabın esası budur.
Bırak nefsini kendi hâline.
Uğraşma onunla, yakışmaz sana.
Gövde, nefs, ruh, başka başkadır.
Yekdiğerine karıştırıp çengelleme onları
Nefis dünyada kalır, gövde toprakta.
Ruh gider asıl olan Rabbine
Burada arama burada değilim.
Azapta değil, narda değilim.
Sıkıntım kalmadı, aç ve yoksul değilim.
Gövdemi verdim toprağa borçlu değilim.
Nefsimin de derdi dünyada kaldı
Üzme kendini ben de senin gibiyim.
Rabbimin yanında uçar gibiyim.
02.12.1989, Cumartesi”[24]
Eserleri
“Münir Derman Hoca hayatının her anını insanlara hizmete adamıştır. O’nun yaptıkları bir ömre nasıl sığar anlamak zordur. Yaptığı sohbet ve nasihatler yazıya geçirilip, kitap hâline getirilmiştir. O’nun eserlerini kaleme alan emekli öğretmen olan bayan hakkında Derman Hoca şöyle söylemektedir: “ Sevgi ile yoğrulur, çok az kişiye nasip olan, zevk veren bir sabır, her türlü menfaatten uzak, üzüntü duymayan bir enerji. Bıkmadan, usanmadan, yüz buruşturmadan, yedi sene maddî manevi yardım ve hizmet. Binlerce sayfa yazı yazmak; onları tekrar daktilo yapmak; temiz ve intizamlı. Bu hasletlerin sahibinin ilhamı ile bu kitaplar yazı hâline geldi. Bu mübarek kişi olmasa idi, bunlar kitap hâline gelemezdi. Para ile yapılamazdı. Duadan başka serveti olmayan yazarın sözü şu: “Allah O’ndan razı olsun. O’nun kim olduğunu bilen bilir. Allah biliyor ya yetmez mi?
Melek Hoca’nın eserlerinde kullandığı dil, yalındır. Konuşma havası içinde bazen, soru cevap şeklinde, bazen de şiir gibi yazılmıştır. Ama en ağır basan husus gizemli bir dil kullandığıdır. Satırların değil satır aralarının önemine dikkat çekmiştir. Bununla alakalı olarak şöyle söyler: “Söylediklerim kapalı, değişik sohbet ve nasihatlerdir. Yazılarımızda bunlar kelimelerin içine gizlenmiştir. Dikkat edilirse kulağa bir şeyler fısıldar. Akla bir şeyler aktarır. Ama okunanları amel hâline getirmek şarttır.”[25]
Münir Derman Hoca’nın bize ulaşmış eserleri şunlardır:
Yazılmamış Sırların İlki, Yazılacak Sırların Sonu (I, II, III, IV, V)— (Sarıyıldız ofset, Ankara 2009), Allah Dostu Der ki(Sarıyıldız ofset, Ankara 2010) Su (I, II, III)—(Sarıyıldız ofset, Ankara 2010) Muhiddin İbn Arabî Hazretlerinin Müslümanlara Nasihatleri (Trc. Abdullah Toprak ile beraber) “Vahdet-i Vücuda Giriş” isminde bir risalesi vardır. Ayrıca 50 yılda hazırlanmış 11 ciltlik Ledünnî Tefsiri vardır ama zaman müsait olmadığı için bekliyor.”[26]
Dr. Münir Derman’ın kitapları onun ağzından çıkanların sevenleri tarafından not edilip derlenmesiyle oluşturulmuştur. Bundan dolayı kitaplarında konuşma üslubu hâkimdir. Bizim eserlerinden anladığımız kadarıyla Münir Derman Hoca, insana ebedî huzur için gerekli olan tüm ilimlerde derin bilgi sahibidir.
Münir Derman Hoca, eserlerini kendisi şöyle tanıtır: “Muhtelif kitaplardan alınmış veyahut bir tahsilin neticesi, akıl ve mantıkla sıralanmış laflar değildir. Kalp penceresine akseden hakikatlerin insan özü ile ifadeleridir. Yazan yazmamıştır. Yazana kalp maverasından yazdırılmıştır da ondan bir kıymet taşıyor.”[27]
“Bu sözler içinde doğru olanlar Allah’tandır. O’nun Lütfü inayetidir. Yanlış olanlar varsa onlar da yazanın uydurmasıdır.”[28]
Dr. Münir Derman eserlerinde, muhataplarını hep düşünmeye, anlamaya davet ediyor. Tam en çok merak ettiğiniz yer de konuyu bitiriyor. “Armut piş, ağzıma düş” yok diyor. Aynı zamanda tıp doktoru olması münasebetiyle etrafındakileri bu konuda da aydınlatıyor.
Dr. Münir Derman’ın talebelerinden Sabri Tandoğan Beyefendi onun eserlerini bize şöyle tanıtıyor:
“Sükûnet ve ciddiyetle okunduğu zaman manevi gelişmemize büyük yardımları olacak, duygularımızın ve iç varlığımızın ancak en sessiz anlarında soracağı soruları en güzel şekilde cevaplandıracak eserler.”[29]
Sabri Bey onun eserleri hakkında şunları da söylemektedir:
“Münir Derman’ın yazılarını istekle, heyecanla, dura dura, içlerine sindire sindire okuyanlar onu çok sevecekler, yalnız ona karşı değil, bütün hayata, insanlara ve kâinata başka bir gözle bakacaklar, kendilerini sonsuz güzelliğe götüren ışıklı bir yolda bulacaklardır. Hayatı bir sanat eseri kadar güzel ve muhteşem bulan Münir Derman bize hâl diliyle, hayatı ve insanı her an keşfe çalışmamızı, bizi aslımıza ulaştıracak yoldaki engelleri kaldırmaya çalışmamızı öğütler. Onun yazılarını okurken önümüze bir dünya, saadet ve zenginliklerle dolu, akla sığmaz büyüklükte bir dünya çıkacaktır.
Önemli olan onun yazıları ve konuşmalarıyla samimi surette meşgul olmak, onu bir düşünce kaynağı hâline getirmek ve ondan çıkarılacak fikirlerle varlık, insan ve kâinat hakkında daha derin bir kavrayışa ulaşmaktır.
Denilebilir ki günümüzde tasavvuf, bu kadar derin, ince, çok yönlü ve terkipçi bir anlayışla ele alınmamıştır.”[30]
Dr. Münir Derman, kitabına neden Allah Dostu der ki ismin verdiğini şöyle izah eder: “Buradaki Dost, Allah’ın seçtiği dost değildir. Dost olarak yalnız Allah’ı seçmiş manasına gelen dosttur. Allah’ın seçtiği dostun, bu dost ayağının altını öper.”[31]
Yine Dr. Münir Derman “Su” isimli kitabına neden bu adı verdiği konusunda da şunları söyler:
“Eline bir avuç toprak al da bak. Neler var içinde. Sen de içindesin. Topraktan bu hâle gelmen için su ile karışman lâzım, toprak cesedin, su ruhun Diyerek suyun insan hayatında ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu belirtmiş, kitabına su ismini vererek de bize sanırım bu kitapların su kadar önemli olduğunu ima etmek istemiştir.
“Bu sözlerde suyun renksiz rengini, kokusuz kokusunu, tatsız tadını bulacaksınız. Çünkü “Biz her şeyi sudan halk ettik” buyrulur.”[32]
Yalnız bu kitapları okumak ya da anlamak o kadar da kolay değildir. Anlamak için dikkat, özen ve en önemlisi ihlâs ve samimiyet gereklidir.
“Şimdi aziz okuyucular, artık suya girip bu su ismindeki kitabı sessiz, gürültüsüz, kendi kendinize kaldığınız bir köşede okuyabilirsiniz. Şüphe ve tereddüt etmeyiniz, suyu bulandırmayınız. Bu ummana girmekten de korkmayınız. Tuzsuz, tatlı bir denizdir. Fakat Lût Denizi’nde olduğu gibi insan içinde batmaz.”[33]
Münir Derman Hoca bu kitapların hitap ettiği kişileri de şöyle tarif eder: “İnanmayana, kendi kendini unutup, insanlık kıymetini kaydedip ben bilirim, âlimim, ben mürşidim, ben şuyum, ben buyum diye gaflet ve delalette olanlara söylemiyoruz. Zaten bunlar bu kitabı eline bile almazlar. Alsalar bile anlayamazlar. Anlasalar bile okuyamazlar. Bu da bu kitabın sırrı”[34]
Kitapta söylendiği gibi biz de bu kitapları anlamak istiyorsak nefsimizi bir kenara bırakıp, saf ve temiz olarak meşgul olmalıyız. Ön yargılarımızı eski bilgilerimizi terk etmeliyiz. Söylendiği gibi bu da bu kitabın sırrı.
Kaynak
Elvan SESLİ, Dr. Münir Derman’ın Hayatı, Eserleri Ve Tasavvufi Görüşleri, T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Bölümü Tasavvuf Anabilim Dalı Başkanlığı, Yüksek Lisans Tezi Ankara Eylül, 2013
hizirlayolculuk.com