top of page

Nakşibendi yolculuğunda on bir adım: Huş der-dem sırları

Nakşibendilikte Hûş der-dem, sufinin aldığı her nefeste gafletten kaçınması, Hakk’ı unutmaması ilkesidir. Tarikat –velayet- caddesinde egemen olan dünya hayatına bakış açısı, dünyaya ait olan her şeyi kalpten silme ve bunları unutma ilkesine dayalı…


Sorun şu ki bir kuralı bilmekle, onu yaşama uyarlamak aynı şey değil… Yani önemli olan kuralı bilmek değil, onu yaşam pratiğinde uygulamak… Örneğin bir sufi, nefis mertebelerini okur, bu mertebeler hakkında bilgi sahibi olur; ancak o sufi, nefis mertebelerini geçmiş olmaz…


Nakşibendilikteki “huş der- demin” havas mertebeleri var. Sufinin aldığı her nefeste gafletten kaçınma pratiği, bilgiyle elde edilemez, bu, sufinin zikrine bağlı olarak kendiliğinden ortaya çıkar, zikirde başarılı olan sufilere bu hal, kendiliğinden gelir… O hali, kalplerinde ve düşüncelerinde hazır bulurlar…


Dünya hayatında acılar, felaketler yaşar insan; bolca sevinçler, mutluluklar da yaşar… Hayattaki elem verici, sarsıcı acılar dünlü günlerde kalmakla yaşamınızdan çıkmazlar… İnsan, doğası gereği zaman zaman dünlü günlere döner ve kendine acı yaşatanları anımsar, onlara sitem eder, öfkelenir, kırılır… Böylece o kişi, Allah’ın bugün için armağan ettiği yaşam enerjisini dünlere aktarıp tükettiğinden kaçınılmaz son olarak bugünlerinde huzursuz olur… Hayat enerjisini düne aktaranlar, benzer sorunları döne döne yaşamak zorunda kalır… Çünkü onlardan gereken dersi almamışlardır… Kişiler farklı olur, olaylar aynı… Bu duruma hayıflanıp şöyle yakınırlar: “Benzer belalar döne döne hep de beni buluyor…” Huş der- dem, yolcusu bir sufi, dünlü günlerde yaşamayı bırakmalı, bu güne dönmelidir… Bunun için çaba göstermelidir… Sevimsiz, elem verici şeyleri düne dönerek yeniden yaşamak ve buna öfkelenmek insan bedenindeki hayat enerjisini olumsuz etkiler… Enerji zehirlenmesi olur, fiziki ve ruhi pek çok illetle boğuşmak zorunda kalırlar… Fiziki ve ruhsal hastalıkların ortaya çıkma nedenleri, düşünce tarzıyla çok yakından ilgilidir…


İnsan doğası gereği yarınları düşünmeden edemez… İnsanlar, umutlarına yolcudur… Geleceğe yönelik planları vardır… Güzel bir eş bulup evlenmek, çocuk sahibi olmak, ev almak, iyi arkadaşlar edinmek, evlendiği eşle sorunsuz bir aşk yaşamak, sevilmek ve benzeri şeyler… Allah, her insana bugün enerjisi verir… Bu enerjiyi geleceğe yönlendirmek, beden enerjisini tüketir… Buna bağlı olarak da iç huzursuzluğu patlak verir… İnsanların kahır çoğunluğunun başat hayalleri, hep geleceğe uzanmakta… İnsanların duygu durumlarının geleceğe uzanması, mutlu olmak içindir… Birikim yapar, yıllarca hayalini kurduğu bir yerden ev alır… Ancak bir yıl geçmeden hevesi kaçar… Başka bir yerden ev alır, yine mutlu olamaz… Birileriyle evlilik hayali kurar, onunla evlenmek için çok uğraş verir, büyük bedeller öder ve hayalini gerçekleştirir… Ancak, bir yıl geçmeden o heyecan yok olur, tatsızlıklar, tartışmalar baş gösterir… Aslında olup biten şudur: İnsanlardaki nefis, ruhu ele geçirmiştir, ruha, fani olan dünya nimetleriyle huzuru bulacağını zannettirmiştir… Bu da Allah’ın Kur’an ayetlerine terstir… Allah, nefsi emarenin düşmanıdır, nefsin, bütün mutluluk arzusunun önünü keser, belaları üzerine yollar… Nefis zelil ve perişan olur… Her kaybedişin ardından nefis, yeni bir mutluluk planı yapar… Bu döngü, böyle böyle sürüp gider… Oysa gerçek mutluluk Allah’ı zikirdedir, nefis yalnızca Allah’ı zikrederek mutmain olur… Bu, bir huş der-dem sırrıdır…


“Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla mutmain olur” (Son Ahit, Kuranı Kerim, Ra’d Suresi 28. Ayet).


Hak yolcusu bir sufi, dünlü günlere takılmamalı; yarınları bugüne getirip yaşamamalı… Böyle bir yaşam seçkisinin hiç kimseye bir faydası yok, aksine böylesi yaşam seçkisinin çok zararları olur… Düne takılmadan, yarına uzanmadan bugünü yaşamak zihinsel bir seçki… Bu felsefeyi deneyimlemek için uğraş vermek gerekir… Şunu peşinen kabul etmek gerek ki bizden önce dünyada hayat sürenlerin çoğunluğu, tıpkı bizler gibi dünya serveti elde ederek mutlu olmayı denediler, bir ömür bunun için çabaladılar. Sonları ne oldu? İnanın ki, gözleri arkada kalarak inleye inleye bu dünyadan göçüp gittiler… Ne eşleri yar oldu, ne çocukları yar oldu, ne de dünya servetleri… Her şey burada kaldı…


İnsanlar, yaşamlarının büyük bir bölümünü, mutlu olacaklarını düşündükleri yaşam koşullarını oluşturmak için uğraş vererek geçirirler; tam mutlu olacağım derken bir de bakarlar ki bu defa da hayat enerjileri tükenmiş, ömür gelip geçmiş…


Peşinen kabul etmek gerek ki hayat akıp gidiyor ve ecel saati her canlı için işliyor… Allah rahmetiyle, insanlara hiç ölmeyecekmiş gibi bir his bağışlamış… Ne zaman, nerede, nasıl öleceklerini alınyazılarına yazmış; ancak kendilerine rahmeti gereği bunu bildirmemiş… Bunun aksi olsaydı, insanların hayatı cehenneme dönerdi… Hiç kimse yaşadığı hayattan bir şey anlamazdı… Örneğin, doksan yaş harika bir ömür, herkese nasip olmaz… Ancak, doksan sene ömrü olan birine, eceli yolun başında bildirilseydi, o insan yaşadığı hayattan haz alamazdı… Gözü, geçip giden takvimlere takılı kalırdı… Yıllar geçtikçe, ölüme yaklaşmanın korkusu kendini sarardı… Yaşadığı hayattan hiçbir zevk alamazdı, yaklaşan ecelden dolayı hayatı çekilmez olurdu… Meğer insana ecelinin bildirilmemesi ne büyük bir nimetmiş…


Alınan her nefeste Allah’tan gafil olmamak – huş der-dem- mademki zikre bağlı olarak -Allah’ın ihsanıyla- ortaya çıkacak bir sonuçsa az zikreden sufilere ya da zikir yolunda olmayan Müslümanlara bu bilginin ne faydası var? Harika bir soru…


Kuranı Kerime, Peygamberin sünnete iman eden bir Müslüman, peşinen kabul etmeli ki bu dünya hayatı gelip geçicidir ve insanın kendisi dahi fanidir. Dünya hayatını amaç edinmemek için sıklıkla ölüm tefekkür edilmeli… Ara sıra mezarları ziyaret etmek ve kendini bir mezar içinde hayal etmek oldukça faydalı bir deneyim… Ölüm tefekkürü, nefse dünyadan el etek çektiren tek hakikat… Bu, bir “huş der- dem” sırrıdır…


Gözle görülen ve görülmeyen her şey, Allah’ın yüce isimlerinden birer yansımadır, birer tecellidir. Tarikat yolcusu sufiler, kendilerini Allah’ın zikrine verip dünyadaki her şeyi yok hükmünde sayarak ilahi huzuru ve yakınlığı elde etmeye çalışırlar… Ama bu, pek de kolay değil… Dünya güzelliklerle dolu… Çocuklar sevimli mi sevimli, eşlerle tutkulu bir aşk yaşamak tanımsız bir haz, yiyecekler lezzetli ve oldukça harika durmakta… Güller, binbir renkli çiçekler güzel mi güzel… Bütün bunları bir sufinin yok sayması oldukça zor… Çok zor olduğu için de sufiler, huş der- dem pratiğinde bir yaprak gibi sararıp solarak rüzgârların önünde sağa sola savruluyorlar…


Başka bir yöntem yok mu? Var tabii ki… Farkında olunmayan ve pek de ayrımında olunmayan bir huş der- dem sırrı var. O da şu: Evrende göze görünen ve görünmeyen her şeyi, Allah’ın isimlerinden yansımalar ve birer tecelli bilip bunları Allah’ın yüce isimleriyle ilişkilendirme tefekkürü… Dünyada; şerden, hayırdan yana olan her şeyi Allah’a vermek… Bu pratik risksizdir, uygulanabilirliği de oldukça kolaydır… Mükemmel sonuçlar veren bir pratiktir.


Zikirle, kâinatı yok etme felsefesine dayalı huş der- dem öğretisi sufilere tefekkür sevabı kazandırmaz, bu pratiği yaşama uyarlamak zorlardan da zordur… Yapabilenlere sözümüz yoktur; ancak çağdaş zamanda bu öğretiyle huş der- dem hakikatine ulaşmak neredeyse olanaksız…


Oysa gözle görülen, görülmeyen evrenleri; Allah’ın isimlerinden birer tecelli olarak görmek, tefekkür derecesi kazandırır… Zikirle elde edilemeyecek makamlar dahi bu tefekkür pratiğiyle elde edilebilir… Bu pratik, en kestirme şekilde sonuca götürür… Bu tefekkür şekli dahi bir huş der- dem sırrıdır, Kuran hakikatidir…


“Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O’dur. Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor. Şüphesiz bütün bunlarda tefekkür eden bir toplum için ibretler vardır” (Son Ahit, Kuranı Kerim, Ra’d Suresi, 3. Ayet).


Kur’an-ı Kerim’deki tefekkür ayetleri incelendiğinde evrenin yaratılışı, kâinatta oluşturulan sistem ve sistemin işleyiş mükemmelliğine vurgu yapıldığı görülür. Cenabı Hakk’ın yaratma kudretine dikkat çekilir. Tefekkür, eserden hareketle eser sahibini görmek için çıkılan bir yolculuktur…


İki kişi Hazreti Ayşe (ra)’yi ziyaret etmişler. Onlardan biri, “Hazreti Muhammed (sav.)’de gördüğünüz etkileyici bir şeyi bize anlatır mısınız?” deyince, Hazreti Ayşe (ra) şöyle demiştir: “Rasulüllah (sav) bir gece kalktı, abdest alıp namaz kıldı. Namazda çok ağladı. Gözlerinden akan yaşlar sakallarını ve secde esnasında yerleri ıslattı. Sabah ezanı için gelen Hazreti Bilal (ra): “Ya Rasulellah (sav.)! Geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedildiği halde, sizi ağlatan nedir?” deyince, o: “Bu gece Yüce Allah bir ayet indirdi. Beni bu ayet ağlatmaktadır.” dedi ve ayeti okudu:


“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri arkasına gelişinde aklı başında olan kimseler için gerçekten açık ibretler vardır.” (Son Ahit, Kuranı Kerim, Âl-i İmran suresi, 190. Ayet).


“Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (tefekkür ederler) ve Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz derler” (Son Ahit, Kuranı Kerim Âl-i İmrân suresi, 191. Ayet).


Ondan sonra Rasulüllah (sav): “Bu ayeti okuyup da üzerinde tefekkürde bulunmayan, düşünmeyen kişilere yazıklar olsun.” dedi (İbn Hibbân, Sahîh, II, s. 386; Gazâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn, çev.: Mustafa Müftüoğlu, İstanbul 1988, I-IV, C. IV, s. 878.).


Ferhat Saul Aaron

hizirlayolculuk.com

bottom of page