top of page

DÜNYA ARZULARININ, AŞKIN KUANTUM DOLANIKLIĞI, ÇİLELERİN SIRRI VE SABIR…

“Adam,

bugünü yaşarken

düne gitti

elinde bir tutam

kurumuş deste gülkurusu

üzüldü, ağladı, kahroldu…

Adam,

bugünü yaşarken

yarına gitti

ulaşamadı arzularına hemen

sıra sıra engeller vardı…

Ve adam,

yarınlar bugün olunca

yeniden üzüldü, ağladı, kahroldu

kaderinde bu defa da

kuantum dolanıklığı vardı…”

-Ferhat Saul Aaron


Acaba, sabrın insafsız kollarında çırpınarak can pazarı yaşamamış bir insan var mıdır şu dünyada? İnsanlar neden yaşamları boyunca sabır istasyonuna sıklıkla uğratılırlar? Ardı ardına yaşanan benzer olayların sırrı nedir?


Arzuların atom altı parçacıkları; geçmişin, bugünün ve yarınların yamaçlarında eşzamanlı olarak dolanırken, acaba arzu sahipleri bunun bedelini neden bunalım ve çilelerle öderler? Sorun nedir? Dünyada, bir şeyleri arzulamadan yaşamak mümkün müdür? Arzular, eşzamanlı bir enerjidir… Her enerjinin eşzamanlı atomları ve atom altı parçacıkları vardır. Arzuların önü kesildiğinde, düşünce sahibi negatif enerji kuşatmasına maruz kalır… Bir başka deyişle arzuların önü kesilince, kader uzayı bükülür ve bükülen uzay da eşzamanlı olarak acıların yolunu belirler. Buna bağlı olarak da; öfke, kırgınlık, hayıflanım, suçlama, bunalım, huzursuzluk, depresyon, kaygı, hayattan zevk alamama, sosyal fobi ve isyan gibi duygu durumları ortaya çıkar. Arzularının önü kesilen insana; bu kaotik olgudan hatıra kalan tek şey, altında kalarak ezildiği yıkıcı negatif duygulanımlardan başka ne olabilir ki?


Büyük çoğunlukla arzuların atomları; eşzamanlı ve sabit bir hızla gelen yarınlara uzanırken, arzuların atom altı parçacıkları daha çok, değişken hızla gelmekte olan yarınların göreliğinde dolanırlar… Arzulara zamanında ulaşamama, engeller, terslikler ve beklentilerin karşılanamayışı yıllarca sürüp gidecek olan huzursuzluğun kuantum dolanıklığına kapı aralar ve buna bağlı olarak da çilelerin elli tonu yaşanır… Düne ve yarına odaklı her türden arzunun karşılığı, yalnızca bunalım ve huzursuzluktur… Bütün bu eşzamanlı garipliklere karşın, düne ve yarınlara odaklı arzuların yörüngesel algı salınımları ve çarpışan arzu-bela kara deliklerinin ürettiği kütleçekim dalgalarıyla birlikte kuantum göreliği huzursuzluğu, hüzün getirme işlevinden yana bugünler için binlerce kez sınanıp kanıtlanabilir… Arzularını düne ve yarınlara gönderip de hiçbir sorun yaşamadan dönen kişilere literatürde henüz rastlanılmadı…


Bugünde hayat süren; bir adımı dünlü günlerde, diğer adımı yarınlarda olan herhangi bir kimsenin düşünce atomları ve atom altı parçacıkları, kendilerine sürekli olarak eşzamanlı negatif enerji taşır… Buna bağlı olarak da huzursuzluklar baş gösterir… Sorun şu ki dün tekrar gelmez, yarının ne getireceği ise kestirilemez… Bugünlerde; dünü ve yarını birlikte yaşamaya kalkışmak; bizi huzursuz etmesi için atom altı parçacıklarını davet etmektir. Böylesi anlarda, arzuların kuantum dolanıklığı gereği, ruhsal bunalımların, mutsuzlukların ve negatif enerjilerin kurşun bir kütle gibi üzerimize çökmesi kaçınılmaz bir son olur…


Düşünceleri dünlü günlere, yarınlara takılı kalanların atom altı parçacıkları, dünden, yarından bugüne; sürekli olarak negatif enerji taşır. Atom altı parçacıkları; herhangi bir zamana bağlı olmaksızın dün, bugün, yarın düzleminde aynı anda bulunurlar… Bu durum; dün, bugün, yarın dolanıklığında, her zaman için bugünü olumsuz bir şekilde eşzamanlı olarak tetikler. Başka bir söylemle; dün ve yarın, her zaman için acılara tutunmuş bir bugün armağan eder… Böylesi anlarda söz konusu negatif duygu durumlarını yaşayan kişiler için hüzün, zamandan yana adeta duruverir, hep bugün olur ve benzer tatsızlıklar, düşünce şekli değişmediği için tekrar tekrar yaşanır… Halk arasında yaygın bir deyiş vardır: “Böyleleri de hep beni mi buluyor? ”diye… Evet, böyleleri de hep seni buluyor! Şayet düşüncelerinin yönünü değiştirmezsen, böyleleri de hep seni bulmaya devam edecekler…


“Böyleleri de hep beni mi buluyor? ” sözünü, insana özgü duygu durumlarından biri olan aşk üzerinden sınayalım: Bir insan düşünün, mutlu bir yuva kurmak istiyor… Oldukça masum bir istek… Sizce de öyle değil mi? Yakışır! Sosyal hayatta pek çok insanla karşılaşıyor… Bazılarından çok hoşlanıyor, kimilerinden az, kimilerindense hiç hoşlanmıyor. Biri var ki; aşk, tümüyle onun üzerinden açığa çıkıyor… Onu her gördüğünde kalbi yerinden fırlayacakmış gibi oluyor… Onun yanında, kendini çok iyi hissediyor… Karşıdaki kişi de öyle… Telefonlar, e postalar, bir araya gelmeler, aylar yıllar aşkla gelip geçiyor… Birlikte, evlilik kararı alıyorlar… Eyvah, hesapta olmayan kimi sorunlar yaşanıyor! Hay aksi! Anne, baba, kuzen, amca, dayıdan birileri, bu evliliğe karşı çıkıyorlar… Tatsızlıklar ardı ardına gelmeye başlıyor ve kaçınılmaz son: Ayrılık! Aşka bağlı yaşanmışlıklarda, tutkulu arzuların atom altı parçacıkları, yoğun bir şekilde ve eşzamanlı olarak, hem dünlü günlerde hem de bugünlerde birlikte kuantum dolanıklığına başlıyorlar. Ya sonra? Düşüncelerinin atomları bir yerde, atom altı parçacıkları da zamansız olarak her yerde… Her iki taraf da o güzelim aşkın, son bulması nedeniyle kahrolup durmaktalar. Çok büyük olasılıkla evlenmelerini engelleyen kişilere lanet okumakla meşguller… Dünde yaşayıp mutsuz olmalarını, düşüncelerinin atom altı parçacıklarının kuantum dolanıklığı yapmakta… O kişiler, birbirlerini anımsadıkça, atom altı parçacıkları da negatif enerji bombardımanıyla her iki tarafı eşzamanlı olarak perişan eder… Böylesi anlarda, savunma mekanizması devreye girer. Karşı taraf, aşka ihanet ve nankörlükle suçlanıp aşk acısı savuşturulmak istenir. Öyle de yapılır; ancak bu da pek bir işe yaramaz… Çünkü atom altı parçacıklar, ele avuca sığmazlar. Yaşı yüz on olmuş, hâlâ âşık olduğu insanı unutamamış kişiler var şu dünyada… Bu da aşkın unutulmazlık yasası… Biten kalpte sızı bütün aşklar, edebiyatı besleyen can suyu gibi… Şiirler, romanlar, hikâyeler, denemeler, şarkılar hep biten aşkların meyveleri… Sen say ki biten aşklar, verimsiz toprakların zengin zeytin ağaçları…


Aşk, tanımı yapılamayan duygu durumu olarak bilinir… Bu tanımın gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur… Aşk; Allah’ın bir kul üzerinde açığa çıkması ve karşıdaki insanı o aşk tecellisiyle yakıp kül etmesidir… Hepsi bu kadar! Âşık olanlar; aslında âşık oldukları kişiye değil; onun üzerinde açığa çıkan ilahi tecelliye âşık olurlar… Hakikat noktasında âşık oldukları şey, ilahi tecelliden başka bir şey değil… Dünyadaki hiçbir aşk tecellisi de süregider değildir... Çünkü dünyadaki her şey fanidir, aşklar da öyle… Her aşk gibi, senin aşkın da bir gün ölümü tadacaktır, bundan hiç kuşkun olmasın… Sence de öyle değil mi? Birbirlerine deli divane âşık olan kişilerden, yıldırım nikâhıyla evlenip henüz aradan birkaç ay geçmeden yıldırım nikâhıyla boşananlar hiç de azımsanmayacak sayıda… Sorun ne? Çünkü Allah, kendilerinin üzerinde açığa çıkan aşk tecellisini evlendikten sonra almış... Hepsi bundan ibaret! Kuluçkaya yatmış olan tavukları bilirsiniz… Aç susuz kalarak, çok büyük bir aşkla yumurtalarının üzerinde günlerce kuluçkaya yatarlar… Civcivler dünyaya gelince de çok büyük bir aşkla onları gözetir, korur, kanatları altına alırlar… Tüylerini kabartıp civcivlerine zarar vermeye kalkışan vahşi köpeklerin üzerine canları pahasına atılır, gerekirse civcivleri için o aşkla, canlarını seve seve verirler… Ya civcivler büyüdükten sonra? İşler o zaman değişir, o civcivler artık umurlarında dahi olmaz… İsterseniz tavukların gözleri önünde onları kesin… Umursamazlar… Çünkü Allah, tavuğun üzerinden aşkı almıştır… Dünyadaki aşkların alınyazıları da işte böyledir… Senin aşkın mı? Ah, evet, hiç tasalanma! Senin aşkın da bir gün kuluçkadaki tavuğun aşkı gibi olacak…


Hayvanlar, dün-yarın kaygısı çekmezler… Onlar, hep bugünlerde yaşarlar ve anın tadını çıkarırlar… Kurban edilmeye götürülen bir koyun, önüne konan otu yemenin tadını çıkarmakla meşguldür… Ancak insanlar böyle değiller, isteseler de böyle olamazlar; çünkü insanlar hayvan değil… Dün, bugün, yarın düzleminde; düşüncelerinin atom altı parçacıklarıyla eşzamanlı olarak aynı anı yaşayanlar, kusursuz bir şekilde; dün, yarın sorunlarının “bugün altında kalırlar” bunalımlarla yüzleşirler ve tanımsız büyük acılar yaşarlar… Bu durum; arzuların, aşkların dün-yarın kuantum dolanıklığı yasasıdır… Yani her şey; senin düşüncenin dün ve yarına takılı olarak dolanıp durmasının bir eseri…


“La ilahe illallah” kelimesini duymuşsunuzdur… “Allah'tan başka ilah yoktur.” anlamına gelir… Oysa “la ilahe illallah” kelimesi “Allah'tan başka ilah yoktur.” anlam kapsamının dışında, sonsuz tanımları içinde barındırmaktadır. Allah’ın yarattığı âlemlerde hayırdan ve şerden yana olup biten her şey, atomdan atom altı parçacıklarına kadar, bu kutsi kelimenin tasarrufundadır ve bu kutsi kelimeyi işaret ederler. Herhangi birine âşık olmak, kavuşamamak, hisler, arzular; hastalıklar, belalar, çileler, fakirlik, zenginlik, doğum, ölüm, fitneler, rızk ve kısaca akla gelen gelmeyen her türden olgu “la ilahe illallah” kutsi kelimesinin kapsamı içindedir. Buna, yitik aşklar da dâhil… Yaprak kıpırdamaz; Allah dilemezse…


Hayır ve şer yalnızca “la ilahe illallah” tandır… Allah, artırarak, eksilterek, korkutarak, belalara maruz bırakarak, hastalandırarak, bunalıma iterek sürekli olarak yarattığı kulları üzerinde tasarruf etmektedir. Biri sizi delice seviyorsa, biliniz ki bunu yaptıran O’dur… Biri size delice âşık olmuş, sonra da çekip gitmişse iyi biliniz ki bunu yaptıran da O’dur… Buna, sayısız örnekler vermek mümkün… Ancak gereksiz… Neden böyle oluyor? Dünya bir sınav yeri olduğu için tabii ki de… Âlemlerde; atomdan atom altı parçacığa, melekten, şeytana, insandan ruhanilere, canlıdan cansıza her şey yalnızca “la ilahe illallah”ın tasarrufu ile hareket ederler… İster hayır olsun, isterse şer; ister kavuşmak olsun isterse kalpte sızı bir ayrılık, ister doğum ister ölüm… Hepsi de O’ndandır… İşlerini O’na havale edip sabredenler, huzur bulurlar; olayları sebeplere bağlayanlar ise tanımsız acılar yaşarlar…


“Allah sana bir zarar dokunduracak olursa onu yine Allah’tan başka giderecek yoktur. Eğer senin için bir hayır dilerse O’nun lütfu keremini engelleyecek de yoktur! O, lütfunu kullarından dilediğine verir. O, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir”-Yunus,107.Ayet.


Acaba, şu hayatta; bunca ihanetlerin, acıların, belaların, çilelerin, hastalıkların anlamı nedir ki? Anlamı şudur: İsyan mı ediliyor, rıza mı gösteriliyor, işte bunu açığa çıkarmak için! Allah’ın sayısız nimetleri ve ihsanı karşısında sabırdan söz edilemez… Sabır, hoşa gitmeyen şeyler içindir: İbadete sabır, belaya sabır, hastalıklara sabır, nankörlere sabır, vefasızlara, vurdumduymazlara sabır… Sabır için; hayır ve şerrin “la ilahe illallah”tan geldiğini bilmek şarttır… Burada sebeplere darılıp durmanın hiç bir anlamı yoktur… Şayet; sorunların asıl kaynağı sebepler olsaydı; sebepler kadar ilah olması gerekirdi… Sizce de öyle değil mi?


5. nefis mertebesinin adı Raziye’dir. Kulların üzerine yağmur gibi yağan bela ve çileler, o kulları Raziye mertebesine taşımak ve sabra teşvik içindir. Sabredip bela ve çilelerin Allah’tan geldiğine iman eden Müminler için ahiret yurdunda sonsuz ecirler var… Bela ve çilelere razı olup da sabreden velayet yolunun yolcuları “veli” oluyorlar… Böylesine sabırlı kullarından da Allah razı oluyor… Rıza makamına gelen biri, sorgusuz sualsiz Cennete gidiyor… Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın…


“Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. Gir Salih kullarımın arasına, gir cennetime” –Fecr suresi, 27-30. Ayetler.


Şerlerin “la ilahe illallah” tan geldiğini bilerek, sabredip buna rıza gösterenlerin düşünce atomları ve atom altı parçacıkları, düne ve yarına uğramaz. Allah, böylesi kimselere sabır nuru verir… Böyleleri; çile ve bela içinde yanarken dahi ilahi huzuru ve yakınlığı bulurlar. Tıpkı ateşe atılan İbrahim Peygamberimiz gibi…


Böylesi kimseler; vesveseye kapılıp düşüncelerini, düne ve yarına yönlendirmedikleri sürece, bela ve çile içinde huzurla yaşarlar. Şayet; vesveseye kapılıp da sabır nurunu düne ve yarına çevirirlerse zayıf düşerler, düşüncelerinin atom altı parçacıkları açık kapı bulur, buna bağlı olarak da negatif enerji sarmalı içinde kalarak inlemeleri kaçınılmaz bir son olur…


Bela ve çileye sabredip rıza gösteren bir kulun her türden sorunlarını Allah çözer… Murat yolu kendiliğinden görünür… Elden çıkanların daha hayırlısı verilir. Sabreden kimselere, haksızlık yapıp düşmanlık edenleri, Allah, Hafız ismiyle kaydeder, kesinlikle onlar unutulmazlar… Böyleleri, önünde sonunda Allah’ın sillesini yiyerek zelil ve perişan olurlar… Bu, kaçınılmaz bir sondur… Sabreden kişi unutsa dahi, Allah kesinlikle unutmaz… Allah; sabreden kuluna düşmanlık edenleri; bekler, bekler, bekler, bekler, bekler ve sonra onlara bir sille vurur ki ailece zelil ve perişan olurlar… Bu, kaçınılmaz bir son… Dileyen, bunu sınayabilir…


Şayet; sabreden kul, velayet konağına adım atmış biriyse işte o zaman vay böylesi kimselere düşmanlık edenlerin haline… Allah’ın vaadi vardır, veli kullarına düşmanlık edenlere Allah harp ilan eder… Böylesi kimselerin Allah’tan yiyecekleri sille; yalnızca bu dünya hayatıyla sınırlı kalmaz, yerin altında dahi zelil ve perişan eder. Bu neden böyle olur? Çünkü “ Allah, sabredenlerle beraberdir…” de onun için… Bakara suresi,153. Ayet


Arzular ve aşklar birer kuantum dolanıklık halidir. Arzudan, aşktan yana; düne ve yarına takılmadan, bugünün şükrünü eda ederek, sabırla ve huzurla yaşamanız dileğiyle…


Ferhat Saul Aaron

Hizirlayolculuk.com

bottom of page